12 Temmuz 2010 Pazartesi

Kanas’ı getiren albay generali öldürdü - Taraf - Istanbul - 12.07.2010 http://http://www.taraf.com.tr/haber/kanas-i-getiren-albay-generali-oldurdu.htm

PAZARTESİ KONUŞMALARI 12.07.2010Neşe DüzelHüseyin Oğuz: ‘Öldürüp, kelle vergisi aldılar’

Yazıyı Paylaş:

Neşe Düzel köşe yazılarını web sitenize ekleyin
“Ölen terörist karşılığında ‘kelle vergisi’ diye bir para veriliyordu. Bu yüzden terörist diye çobanlar, gariban insanlar öldürüldü. Karşılığında paralar alındı.”

“Yıllar önce ERNK vardı. Şimdi KCK var. Bu siyasi yapıyı yok edemezsiniz. PKK’nın artık şehirlerde direkt silahlı eyleme giren bir kadrosu var. Bu kadro dağa da gider.”

“JİTEM’e eleman almadan önce, fikir yapısı bize uyar mı diye araştırıyorlardı. JİTEM’de ideolojik bir akım vardı. Sadece ülkücü kökenliler istihbarat yapıyordu JİTEM’de.”

* * *
NEDEN HÜSEYİN OĞUZ
Genelkurmay Başkanı geçen hafta malum konuşmalarından birini daha yaptı ve Ergenekon davası sanıklarından JİTEM’ci bir komutana açıkça ismini vererek sahip çıktı. Eğer JİTEM ve JİTEM’ciler, bu kadar sahip çıkılacak bir yapılanma idiyse, acaba niye ordu yıllarca JİTEM’in varlığını reddetmişti? Gene niye acaba Ergenekon davasında yargılanan askerlerin çoğunun yolu bir dönem Doğu ve Güneydoğu’dan geçmişti ve JİTEM’le buluşmuştu? Bölgedeki faili meçhul cinayetler, toplu mezar iddiaları niye hep JİTEM’le ilgiliydi? Bugün devam edip etmediğini bilmediğimiz bu son derece tehlikeli istihbarat ve operasyon yapılanması neler yaptı? JİTEM’de çalışan itirafçıların birçok cinayeti açıklamalarına rağmen neden bu cinayetler hiç soruşturulmadı? Neden bugün Genelkurmay Başkanı, JİTEM cinayetlerinden yargılanan bir albaya sahip çıkmaya çalışıyor? Neden ordu, JİTEM’in varlığını sürekli reddetmeye uğraşıyor? JİTEM’in işlediği cinayetleri Ankara’daki karargâh biliyor muydu? JİTEM, uyuşturucu kaçakçılığıyla ilgilendi mi? Silah ve insan kaçakçılığı yaptı mı? Haraç topladı mı? JİTEM’in tetikçisi Yeşil yaşıyor mu? Bütün bu soruları, Doğu ve Güneydoğu bölgesinde Jandarma istihbarat elemanı olarak görev yaptığı on bir yıl boyunca sadece PKK’yla değil, asker, polis, korucu ve itirafçı gibi devletin kadrosundaki görevlilerin yasadışılıklarıyla da mücadele eden ve Ergenekon çetelerinin ilk habercisi olan Yüksekova çetesini ortaya çıkaran ve bu uğurda büyük bedeller ödeyen, yaşayabilmek için bir dönem İzmir Karaburun’da çobanlık yapan Emekli Astsubay Hüseyin Oğuz’a sorduk. Çok net, çok cesur cevaplar aldık. Hüseyin Oğuz’un ‘Ömrüm’ adını verdiği kitabı Lagin Yayınları’ndan yeni çıktı.
* * *
NEŞE DÜZEL: JİTEM nedir?
HÜSEYİN OĞUZ: JİTEM’in açılımı, Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele’dir. Jandarma Genel Komutanlığı’nın bünyesinde kurulmuş bir istihbarat timidir bu. Ama şunu söylemek lazım. İçişleri Bakanlığı’nın bilgisi olmadan JİTEM kurulamazdı. Çünkü istihbarat ödeneklerini İçişleri Bakanlığı veriyor. JİTEM, Genelkurmay Başkanlığı’nın ve İçişleri Bakanlığı’nın bilgisi dâhilinde Jandarma Genel Komutanlığı tarafından kuruldu.
Neden ordu, JİTEM’in varlığını sürekli reddetmeye uğraşıyor?
JİTEM’de görev yapanlar Silahlı Kuvvetler’in personeliydi. Bunların, Doğu ve Güneydoğu’da yaptıklarının faturası çok ağır olduğu için ordu JİTEM’i reddediyor. Şöyle anlatayım. JİTEM, terörle mücadele edecek diye kuruldu, yaptığı ise tam tersi oldu. Terörün alt yapısını oluşturdu, terörün devam etmesine ve artmasına, insanların dağa çıkmasına neden oldu. Eğer gariban vatandaşı götürüp öldürürseniz ve cesetlerini de köpeğin önüne atarsanız, terörün bitmesini engellersiniz. Terörün devam etmesini sağlarsınız. JİTEM’in yaptığı yanlışların faturasını ödemek gerçekten çok zor!
Ordu, JİTEM’i niye durdurmadı?
JİTEM kontrolden çıkmış bir güçtü. Devletin her türlü gücünü kullanan başına buyruk bir yapıydı. Yasadışı faaliyetlerin içine girmişti. Hakkâri, Yüksekova, Silopi, Bingöl, Van, Elazığ, Mardin, Cizre gibi yerlerde JİTEM timleri vardı. Bu timler Diyarbakır Grup Komutanlığı’nın şemsiyesi altındaydı ve direkt Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. Kimseye hesap vermiyorlardı. Mesela Diyarbakır’daki time oradaki bölge komutanı da karışamıyordu.
Time bölge komutanı nasıl karışamaz?
Karışamıyordu. Yedinci Kolordu Komutanı’nın JİTEM’e sözü geçmiyordu. JİTEM’ciler kendi başlarına bir sistem kurmuşlardı. Jandarma istihbarat elemanı olarak bizler de korkuyorduk JİTEM’den. Benim hakkımda bile PKK adına faaliyet yürütüyor diyebilirlerdi. Bizim için de çok korkutucuydu JİTEM.
Komutanlar da korkuyor muydu JİTEM yapılanmasından, JİTEM’cilerden?
Sorduğunuz soru az bile. Generaller suikasta kurban gittiler. Ortada öldürülmüş dört general var. Hulusi Sayın var, İsmail Selen var, Eşref Bitlis var, Bahtiyar Aydın var. Bu ölümler, kurum içindeki çarpık yapılanmadan ötürü olduğu için bu suikastların üzeri örtüldü.
Siz JİTEM’de çalıştınız mı?
Hayır çalışmadım. Ben sadece İl Jandarma Komutanlıklarının bünyesindeki istihbarat birimlerinde çalıştım. Benim kadrom araştırma- sorgulamaydı. Ben Jandarma Genel Komutanlığı’ndan emekli oldum ve bu tür yasadışı unsurlarla ve faaliyetlerle hep mücadele ettim. Zaten önemli olan, terörle lekesiz mücadele edebilmektir ve yasadışılığı affetmemektir. Eğer mesai arkadaşınız uyuşturucu işine bulaşmışsa, onu affetmeyeceksiniz. Ben, Yüksekova çetesini de affetmedim ve bu yüzden başıma her türlü şey geldi. Yüksekova çetesinde polisler, askerler, korucular, itirafçılar birlikte uyuşturucu, silah işi yapıyordu. Ben o çeteyi ortaya çıkararak, dokuz faili meçhul cinayeti aydınlattım. Zaten ben istesem de, beni JİTEM’e almazlardı.
Niye almazlardı?
Onlar, fikir yapısı bize uyar mı diye araştırıyorlardı. JİTEM’de ideolojik bir akım vardı. Sadece ülkücü kökene dayanan kişiler istihbarat yapıyordu JİTEM’de. Ben hiçbir partiye üye olmadım hayatımda ve hiçbir ideolojiyi de benimsemedim.
JİTEM neler yaptı?
JİTEM, bölge insanına çok eziyet etti. İnsanların dağa çıkmalarına sebep oldu. Teröre yeni adam kazandırdı. JİTEM’ciler Kürtlere düşmandı. Vatandaşları, Kürt olmaları nedeniyle öldürdüler. Bölgede vatandaşları usulsüz olarak içeri aldılar ve öldürüp yol kenarına attılar. İnsanların paralarına, mallarını, koyunlarına el koydular.
JİTEM, uyuşturucu kaçakçılığıyla da ilgilendi mi?
Bunlar, uyuşturucu ve silah işi yaptılar. Kaçakçılarla birlikte çalıştılar. Mesela birinde uyuşturucu varsa, o uyuşturucuya el koyup, kendileri sattılar. Ayrıca Jandarma İstihbarat olarak bizim soruşturmalarımızı da engellediler. Mesela uyuşturucu kaçakçılığını takip ediyoruz, bu işten nemalanan JİTEM’ciler bizi engelliyorlardı. Silah kaçakçılarının peşine düşüyoruz, bir bakıyoruz ki JİTEM’ciler karşımıza çıkıyor. Kaçakçıları biz takip ediyoruz diye yalan söyleyip bizim takibi durduruyorlardı.
JİTEM’de çalışan itirafçılar yani eski PKK’lılar, daha sonra JİTEM’in birçok cinayetini kamuoyuna açıkladılar. Bu cinayetlerden siz haberdar oldunuz mu?
Haberdar oldum tabii. Ben o bölgede on bir yıl kaldım ve bazı cinayetlerin de bizzat soruşturmasını yaptım. Malatya - Elazığ arasında Kömürhan Köprüsü vardır. 1995’te Silvanlı bir delikanlıyla Fatma isimli bir genç kızın cesedi bulundu orada. Mermiler Makine Kimya çıkışlıydı. İki gencin gözleri askerî nevresimden kesilmiş bezle bağlanmıştı.
Kimdi bu iki genç?
Bu iki genç yeni arkadaş olmuşlar. Oğlan Sivas’ta iki yıllık üniversiteyi yeni bitirmiş ve sağlık memuru olmuştu. Bu pırıl pırıl iki genç parkta gezerlerken, Diyarbakır JİTEM tarafından elde hiçbir bilgi ve dayanak olmadan keyfî olarak içeri alınıp sorgulanmışlardı. Bu iki genç JİTEM’de bazı işkencelere tanık oldukları için de infaz edilmişlerdi. Sonra cesetleri getirilip Kömürhan Koprüsü’nün altına atılmıştı.
Peki, neden bugün Genelkurmay Başkanı, JİTEM cinayetlerinden yargılanan bir albaya hâlâ sahip çıkmaya çalışıyor?
Hiçbir anlam veremiyorum... Bu soruya cevap vermeyeyim ben. Yalnız şu var. Bu cinayetlerin artık faili meçhul tarafı kalmadı. Gerçek şu ki, artık bu cinayetlerin ya ‘failleri belli’ oldu ya da ‘failleri firari’ hale geldi.
JİTEM tarafından işlenen bu cinayetleri, Ankara’daki karargâh biliyor muydu?
Bilmemesi mümkün değil. Çünkü onlara vukuat raporları gider. Yani meydana gelen olayların hepsi tutanakla tesbit edilir ve ilgili birimler kanalıyla İçişleri Bakanlığı’na, Genelkurmay Başkanlığı’na ve Jandarma Genel Komutanlığı’na gider. Mesela biz Silvanlı çocukla Fatma’nın bilgisini Ankara’ya çekmiştik. Jandarma Genel Komutanı’nın bu cinayetten haberi var.
JİTEM’de çalışan subaylar ne oldu daha sonra?
Çoğu emekli oldular. Durumları iyi. Kimi emlakçilik yapıyor. Kiminin yazlıkları var. Biliyor musunuz, bunlar birbirlerini bulurlar.
Nasıl bulurlar?
Bunlar, ekiplerini gene kurmuşlardır. Bunlar birbirlerinden kopmazlar. Yasadışı olaylar onlara zevk veriyor. JİTEM’in PKK’yla mücadele için kurulduğu söylenir ama, hangi PKK’yla mücadele etmişler bunlar? Bunların, PKK’yla mücadele ile alakaları yoktu. Gidip köyden masum insanları alıp götürmek ve öldürmek, sonra cesetlerini derenin dibine atmak PKK’yla mücadele etmek mi? Adamı öldürüyorsun, köpeklerin önüne atıyorsun? Böyle terörle mücadele mi olur?
İnsanları köpeklerin önüne mi attılar?
Bunu JİTEM tetikçisi Kahraman Bilgiç söylüyor. Cesedi yakıp köpeklerin önüne atmışlar. Hem, Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşların hepsinin PKK’yla ne alakası var? JİTEM, kendi yasadışı işlerini PKK’yla mücadele çerçevesine oturtuyordu. Mesela benim ortaya çıkarttığım Yüksekova çetesinde de her türlü yasadışı iş, düzen vardı. Adamın birini arazisinde yakalamışlar ve bin beş yüz dolarını almışlar. Adamcağız, bari namaz kılayım da ondan sonra öldürün beni demiş. Beklememişler bile. Yüksekova çetesi Ergenekon’un bir parçasıdır. Her şey daha o dönemde ortaya çıktı da ne oldu?
Yüksekova çetesi yargılanmadı mı?
Dava zamanaşımına uğradı. Onlar aklandılar. Ben ise Elazığ Sekizinci Kolordu’nun şikâyetiyle neredeyse PKK’lıyım diye tutuklanıyordum. Neredeyse ben faili meçhul olacaktım, infaz edilecektim. O dönemde CHP milletvekili olan Esat Canan Yüksekova çetesini CHP’nin gündemine getirerek benim canımı kurtardı. O sırada CHP Sivas Milletvekili olan Mahmut Işık bana çok yardım etti. CHP bu iki değerli ismi de parti dışında bıraktı. Eğer Yüksekova çetesinin altındaki derin oluşumlar o dönemde ortaya çıkarılıp üzerine gidilseydi...
Sonuç ne olurdu?
Belki bugün örgüte katılım azalırdı. Çünkü terörle mücadele etmek demek, bu olayları aydınlatmaktır. Terörle mücadele, eline silah alıp gidip dağdakini öldürmek değildir. Terörle mücadele vatandaşla barışmaktır. Ama sen terörle mücadele ediyorum diye vatandaşa hakaret ve eziyet ediyorsun. Sonra da ona, “sen benim yanımda değilsin” diyorsun. Ben de olsam yanında olmam. Ben de olsam dağa çıkarım.
Peki, JİTEM insanlardan haraç topladı mı?
Onlar haraç demezler. Onlar, topladıkları paralara ‘tahsilât’ derler. PKK ise buna ‘vergilendirme’ der. Diyelim ki iyi para kazanan bir Kürt işadamısınız. JİTEM geliyor, sizin başınıza çöküyor. “Bize bu kadar vereceksin” diye sizi tehdit ediyor ve ‘tahsilâtı’ yapıyor.
JİTEM’cilerin ordu içindeki konumları neydi? Diğer subaylar onlara nasıl davranıyordu?
Sağduyulu ve askerî okul terbiyesi görmüş insanlar onlara yaklaşmak dahi istemiyorlardı. TSK’da çok değerli insanlar var.
Yeşil yaşıyor mu?
Tabii yaşıyor. Çok zengin olduğunu biliyorum. Geçmişte beraber çalıştığı birkaç emekli JİTEM’ci var. Onlar mecburen Yeşil’i koruyorlar. Yeşil’in ilişkiler ağı çok büyük. Eğer devlet onu korumasaydı Yeşil yakalanırdı. Düşünün, Susurluk kazası olduktan ve Susurluk olayı ortaya çıktıktan sonra, hatta Tarık Ümit öldürüldükten sonra da Yeşil’in hâlâ Ankara’da Cinnah Caddesi’nde bir yazıhanesi vardı. Yeşil söylenildiği gibi öyle ortadan falan kaldırılmadı.
Susurluk çetesinin en büyük cinayetlerinden biri Tarık Ümit cinayetiydi. MİT’in elemanı olan Tarık Ümit’i, MİT’e çalışan Yeşil mi öldürdü?
Evet, Tarık Ümit’i Yeşil öldürdü. Ensesinden tek kurşunla öldürüldü. Zaten Yeşil’in stili buydu. Enseden tek mermiyle işliyor o cinayetlerini. Zaten ölüm nedeni iki mermiyse, kesinlikle fail o değildir. Tarık Ümit cinayeti çok büyük bir olaydır. O cinayet çözüldüğü zaman her şey ortaya çıkar.
Tarık ümit niye öldürüldü?
Tarık Ümit’in üzerindeki mal varlığına, elindeki paraya göz koyuldu. Duyduğum şu ki, öldürülmeden önce mal varlığına Noter’den el koydular. Tarık Ümit’in soruşturma evrakları bana geldi. Soruşturmayı başlatan Ahmet Demirtaş Astsubay güzel bir yere kadar gelmişti ve soruşturma orada kesildi. Sahte evraklarla cinayet örtbas edilmek istendi. Demirtaş, Tarık Ümit’i hangi petrol istasyonundan kim, nasıl kaçırdı ve kime teslim etti biliyor. Tarık Ümit’i Yeşil’in ciple alıp götürdüğünü biliyor. Üstelik... Tarık Ümit’i Yeşil’le birlikte bir kişi daha infaz etti. O ismi vermiyorum.
Niye vermiyorsunuz?
Bilerek vermiyorum. Kendimi güvenceye alıyorum. Çünkü Yeşil gibi o da hâlâ sağ. Tarık Ümit cinayeti çok büyük bir olaydır. Bu olayın arkasında çok büyük bir ağ var. Eğer bu cinayet aydınlanırsa, Adapazarı-Sapanca- Bolu şeytan üçgeninde öldürülenler ortaya çıkacak ve faili meçhuller aydınlanacak. Behçet Cantürk olayı da, Savaş Buldanlar da aydınlanacak. Tarık Ümit cinayeti çözüldüğü zaman sistem çözülecek ve çökecek. Çünkü bu ve buna benzer olaylar, failler zinciri bütünüyle ortaya çıkacak. Bu üçgendeki cinayetler çözüldüğü zaman Ergenekon’daki faili meçhul olaylar da açığa çıkacak.
Peki... General Bahtiyar Aydın’ı kim öldürdü?
İsim vermeyeceğim. Hangi albay Diyarbakır’a suikast silahı olan Biksi ve Kanas’ı götürdüyse, o yaptı bu işi. 4 No’lu DGM’de albayın kendi ifadesinde var bu. O albay yanında Kahraman Bilgiç’le bir tetikçiyi daha götürdü. Bahtiyar Aydın’ı Lice’de bir operasyona çektiler ve onu orada ensesinden bir kurşunla öldürdüler. Bahtiyar Aydın’ı öldüren suikast silahı zaten PKK’da yoktu.
OHAL valisinin bilgisi dâhilinde miydi JİTEM’in yaptıkları?
Onun bilgisi olmadan JİTEM bir şey yapamazdı ki. JİTEM’i il Jandarma Komutanı engelleyemezdi ama OHAL Valisi engelleyebilirdi. Çünkü hepsinin tepesinde OHAL Valisi vardı. Her gün sabah saat on birde OHAL’de toplantı yapılıyordu. Bu toplantıya JİTEM’i temsilen de biri katılıyordu. OHAL Valisi’nin izni olmadan bir şey yapılamazdı.
Bugün bir kesim OHAL’i gene geri getirmek istiyor. OHAL’le aslında nasıl bir düzen isteniyor?
OHAL’i geri getirmek tarihî bir hata olur. OHAL döneminde vatandaş kan ağlıyordu, göçe zorlanıyordu. İnsanlar yanlış uygulamalardan, operasyonlardan ve terörden yılmışlardı. OHAL, yaptığı baskılarla, vatandaşta daha çok devlete karşı nefret duyguları uyandırdı. Akıllı olan bölgeden kaçtı. OHAL döneminde insanlar kirlendi. Çünkü namuslu yaşamak mümkün değildi. İnsanlar çarpık yapının içinde kire bulaştılar. Yaşamak için yanındakileri PKK’lı olmadığı halde PKK’lı diye ihbar ettiler.
Nasıl ihbar ettiler?
O zamanlar, ölen terörist karşılığında ‘kelle vergisi’ diye bir para veriliyordu. Bu yüzden terörist diye öldürülen çobanlar oldu ve karşılığında paralar alındı. OHAL çok sakıncalı bir yapıydı. Bölge halkı bütün bu yaşananları unutmadı. Bakın bölgede tek sorun terör değil. Asıl bölge halkı birbiriyle barışık değil. Bu yüzden ilk iş olarak önce bölge halkını birbiriyle barıştırmak lazım.
Kürtlerle Kürtleri mi barıştırmak lazım?
Evet. Bana neden konuştuğumu, neden bunları anlattığımı sormadınız.
Sorayım öyleyse... Neden anlatıyorsunuz?
Olan, hep bu ülkenin gençlerine oluyor. 1980 öncesinde de gençlerimiz yok oldu gitti. Artık çocuklar, gençler ağlamasın. Bunun için de bu ülkenin çocuklarını, gençlerini sevenler bildiklerini anlatsınlar. Bu rant, bu çatışma bitsin. Yıllar önce ERNK vardı. Şimdi KCK var. Bu siyasi yapıyı yok edemezsiniz. Üstelik şimdiki daha tehlikeli.
Niye daha tehlikeli?
Daha önceki dönemde, PKK’nın, ona sempati duyan bir kadrosu vardı. Şimdi durum değişti. PKK’nın, şehirlerde direkt silahlı eyleme giren dirijen bir kadrosu var. Bu kadro direkt dağa da gider. Bu gelişmenin önünü kesmediğiniz takdirde bizi zor bir süreç bekliyor demektir.
Bu sürecin önü nasıl kesilir sizce?
KCK operasyonu doğru bir operasyon değil. Şehirde bombayı kim atıyorsa, silahı kim kullanıyorsa, git onu bul. Niye belediye başkanları dâhil herkesi toplayıp içeri atıyorsun ki... Böyle adam kazanılmıyor. Ülkesini seven insanlar çıksınlar konuşsunlar.
Neyi konuşsunlar?
Bu savaşta büyük rant var. Savaş deyince akla PKK geliyor. PKK’yla savaştan çok daha büyük bir savaş var. O da bu savaşın gerisinde yatan büyük rantla savaşmak. İşte bu rantla savaşmak çok zor! Bu rantın içinde her türlü cinayet ve kirli iş var. Ergenekon sürecinde bunların bazıları ortaya çıkmaya başladı. Bu rantı paylaşan ve devletin içine iyice yerleşmiş olan bu derin yapılar henüz tasfiye edilmediler. Terörden, uyuşturucudan, her türlü kaçakçılıktan, çatışmanın rantından beslenenler artık tasfiye olsunlar!
neseduzel@gmail.com

TC’nin PKK ile görüşmeleri... - Taraf - Istanbul - 10.07.2010 http://http://www.taraf.com.tr/haber/tc-nin-pkk-ile-gorusmeleri.htm

TC’nin PKK ile görüşmeleri... - Taraf - Istanbul - 10.07.2010


GÜNAY ASLAN * / TC ile PKK arasındaki ilk görüşmeler PKK’nin 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonra başladı. Görevli albaylar hapisteki PKK’lilerle görüştü.
a2a_linkname=document.title;a2a_linkurl="http://www.taraf.com.tr/haber/53564.htm";

Türkiye kritik bir eşikten geçiyor. 25 yılı ‘düşük yoğunluklu çatışmayla’ geçen Kürt sorunu günümüzde ‘Türk-Kürt boğazlaşmasının’ işaretlerini veriyor. Süreç, bu ülkenin kaderinde söz sahibi olan herkesi Kürt meselesinde yeni bir karar almanın eşiğine getirmiş bulunuyor.
Ne ki tablo hiç de iç açıcı görünmüyor. Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ, ‘sözün bittiği yerde’ olduklarını söylüyor. Kuzeyi güneyiyle; parlamenteri bölge yöneticisiyle Kürtleri tehdit ediyor. AKP Hükümeti hem generalden yana hem değilmiş gibi bir tutum izliyor. İktidar her zamanki gibi ‘ortayolculuk’ yapıyor. Ana muhalefet partisi CHP sistemin kendisine vurduğu prangaları çözemiyor. Devletin partisi olmaktan çıkıp halkın partisi haline gelemiyor. MHP ise ‘olağanüstü hâl ilan edilmesi’ ve ‘Kandil’e kara harekâtı yapılması’ için bastırıyor. BDP bunlara karşı ‘barış ve demokrasi’ mücadelesi veriyor.
Sivil toplum örgütleri, yazarlar, aydınlar ve sıradan insanlarsa akan kanın durmasını, herkesi tüketen kirli savaşın sonlanmasını istiyor. Kamuoyunun dikkatleri bu amaçla yeniden Öcalan’a ve PKK’ye çevrilmiş bulunuyor. Türkiye toplumunun ezici çoğunluğu PKK’den yeni bir ‘ateşkes’ bekliyor. Öcalan ve PKK’yse bunun ‘çift taraflı’ olmasında ısrar ediyor. Kürt tarafı ordunun operasyonlarına son vermesi gerektiğini söylüyor. Aksi durumda zaten ateşkesin pek bir anlamı olmuyor.
Bu kritik süreçte en çok da ‘PKK’yle görüşme’ meselesi tartışılıyor. Kimileri bunu destekliyor, kimileriyse karşı çıkıyor. Karşı çıkanlar böyle bir şeyin ‘asla mümkün olamayacağını, devletin PKK’yle pazarlığa oturamayacağını’ söylüyor.
Bu yazımda, düşük yoğunluklu çatışmayla’ geçmiş son 25-26 yılda Türkiye Cumhuriyeti Devleti (TC) ile Kürdistan İşçi Partisi (PKK) arasındaki açık-gizli görüşmeleri yazacağım. Tarihlerini, aktörlerini ve içeriklerini vererek -özeleyazacağım. Ayrıca her görüşme veya ateşkes sonrası gündeme gelen bazı olayları dikkatinize sunacağım.
Taraf gazetesinden Yıldıray Oğur bu konuda iki yazı kaleme aldı. (6 ve 8 Temmuz). Oğur yazılarında PKK’nin 1 Eylül 1998 tarihinde ilân ettiği ateşkes sürecini yazdı. Bunu da 28 Şubat süreciyle irtibatlandırdı. İlk yazısı için ‘Genelkurmay- PKK dayanışması’ başlığını kullandı. Ancak ikinci yazısında ‘dayanışmanın’ yerini ‘görüşme’ aldı.
Objektif olanın ‘görüşme’ olduğuna inanıyorum. Genelkurmay ile PKK arasında ‘dayanışma’ olduğunu söylemek doğru değildir. Kaldı ki Kürtlerin haklı insani; ulusal ve demokratik mücadelelerine ‘Ergenekon gölgesi’ düşürmek, Ergenekon mağduru Kürtleri son derece üzmektedir. Ayrıca bu sorunun barışçıl çözümüne zarar vermektedir.
Elbette varsa bir belge veya bilgi açıklanmalıdır. PKK ve Öcalan’ın bu konudaki tutumları açıktır. PKK birçok kez ‘varsa bildiğiniz, açıklayın’ demiştir. Öcalan, Ergenekon savcılarına birçok dilekçe göndermiştir. Ancak bunlar görmezden gelinmiştir.
TC ile PKK arasında neredeyse 25 yıl öncesinden başlayan ve günümüze kadar devam eden bir dizi görüşme yapılmıştır. Bunların çoğunun içeriği ve sonuçları PKK tarafından yayınlanmıştır.
Türk devleti Türkiye toplumunun balık hafızalı yapısından yararlanıyor. Bu yüzden ‘görüşmem’ ve ‘muhatap almam’ diyor. Fakat, arşivler farklı şeyler söylüyor. Arşivler neredeyse bu savaş başladığından bu yana TC ile PKK arasında ‘görüşmeler’ yapıldığına işaret ediyor. Doğrusu TC ile PKK arasında bu kadar çok görüşmenin yapılmış olması beni şaşırtmıyor.
Çünkü bu, devletin soruna verdiğini önemi ve ‘çok boyutlu’ çalıştığını gösteriyor. Fakat bu görüşmelere rağmen sorunu neden çöz(e)mediği sorusunu da yanıtlamak gerekiyor. Kanımca bunun yanıtını Türkiye’nin ‘irade parçalanması’ ve ‘sorunun uluslararasılaşmasında’ aramak gerekiyor.

Görüşmelerin tarihleri ve aktörleri
TC ile PKK arasındaki ilk görüşmeler PKK’nin 15 Ağustos 1984’teki Eruh ve Şemdinli baskınlarından sonra başladı! Genelkurmay’ın görevlendirdiği birçok subay cezaevinde bulunan PKK yöneticileriyle görüştü. Çoğu albay rütbesindeki bu subaylar periyodik olarak PKK’lilerle ‘Kürt sorununun nasıl çözüleceğine ilişkin’ tartışmalar yürüttüler. Bunlar elbette ‘resmî’ görüşmeler değildi. Bu yüzden tutanak düzenlenmedi.
1988-1991 arasında ise devlet, Öcalan’a ‘aracılar’ gönderdi. Bunların hiçbiri resmî devlet görevlisi değildi. Öcalan bu yüzden basına ‘devlet çekinmesin, bir subayını göndersin, görüşelim’ demecini verdi.
Devlet subay yerine Talabani’yi gönderdi. 1993 yılı başında Cumhurbaşkanı Özal, şimdi Irak’ın Cumhurbaşkanı olan Celal Talabani’yi Öcalan’a gönderdi. Öcalan, Özal’ın önerisiyle 17 Mart 1993’te 25 günlük ateşkes ilan etti. 16 Nisan’da ise yine Özal’ın önerisiyle ateşkesi süresiz olarak uzattı.
Ne var ki 17 Nisan günü Özal şüpheli bir ölümle hayata veda etti. Ateşkes de PKK’nin 33 askeri öldürdüğü ‘Bingöl eylemiyle’ sona erdi. Başbuğ, geçenlerde, o dönem Bakü- Ceyhan boru hattı gündemdeydi, bu eylem o projeyi sabote etmeye yönelikti’ dedi.
Ancak, PKK’nin tek taraflı ateşkesine rağmen gerillaya dönük operasyonların neden devam ettirildiğine ve PKK’nin ‘misilleme’ kararına rağmen, 33 askeri silahsız ve korumasız neden gönderdiklerine değinmedi. Askerleri neredeyse zoraki yola çıkaran komutanın Ergenekon sanığı olarak Silivri’de yattığını da söylemedi!

İkinci öneri Çiller’den geldi
1995 yılında bu kez Çiller devreye girdi. Başbakan Tansu Çiller savunma eski bakanlarından Ercan Vurulhan’ı danışmanlık görevine getirmişti. Vuralhan, 1995 Mart’ının ilk haftasında Avrupa’da gizlice görüştüğü Talabani’ye Çiller’den bir mesaj getirdi. Çiller mesajında, Öcalan’dan ‘ateşkes’ talep ediyordu. Vuralhan’ı Ankara’ya yolculayan Talabani 14 Mart 1995 tarihinde yazdığı bir mektupla bunu Öcalan’a iletti. ‘Tansu Çiller, siyasi bir çözümün peşindedir ‘ diye de ekledi.
Talabani mektubunda Çiller’in taleplerine de yer vermişti. Buna göre, ‘ PKK önce bir yıl sürecek bir ateşkes ilan etmeli, bu süre içinde şiddet eylemlerine girişmemeli ve terörden vazgeçtiğini ilan etmeli’ydi!
PKK lideri Öcalan, Çiller’e -Talabani üzerinden- bir mektup gönderdi. Önce ‘diyalog’ istedi. ‘Halka yönelik saldırılardan uzak durulması, PKK’ye dönük operasyonlardan kaçınılması halinde ateşkes ilan etmeye hazırım’ dedi.
Çiller’in koalisyon ortağı SHP’nin eski Dışileri Bakanı Hikmet Çetin de işin içindeydi. Çetin, Londra’da yaşayan gazeteci Kamuran Karadağ’ı kendine ‘aracı’ seçmişti. O da ‘devleti adına’ üstelik, ‘siyasal çözüm için PKK’nin savaşı sonlandırmasını’ istemişti.
Öcalan, 11 Mayıs 1995 tarihinde Çetin’e de bir mektup gönderdi. Yine ‘karşılıklı diyalog’ istedi. ‘Çözüme ilişkin girişimlerinize anlamlı karşılık vereceğim’ de dedi. Bu karşılık yıl sonunda geldi.
PKK lideri, 15 Aralık 1995 tarihinde MED TV’den canlı olarak yayınlanan, moderatörlüğünü yaptığım programda ateşkes ilan etti.
Ne var ki az kalsın uydumuz düşecekti. Zira, canlı yayın boyunca Türkiye’deki askerî bir üsten (Çanakkale) televizyonumuzun yayın yaptığı uyduya korsan sinyaller gönderilmekteydi. Buna rağmen karar ilan edildi. PKK ikinci kez ateşkes ilan etmiş, çatışmalara tek yanlı son vermişti.
Fakat bunun hemen arkasından Güçlükonak katliamı geldi. 16 Ocak 1996’da Güçlükonak’ta bir minibüs önce tarandı, sonra da yakıldı. Olayda 11 Kürt köylüsü hayatını kaybetti. Genelkurmay hemen bir açıklama yaparak ‘eylemi PKK yaptı’ dedi. Ancak gerçek kısa sürede ortaya çıktı; fail Jitem’di!
Arkasından ‘Öcalan’a suikast’ haberi geldi. Çiller bunun için, dönemin Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile Ergenekon sanığı, emniyet eski Özel Harekât Başkan Vekili İbrahim Şahin’i görevlendirmişti.

Çiller gitti, Yılmaz geldi, ‘aracı’ değişti
Çiller ‘ateşkes’ istemiş, Öcalan ‘karşılıklı diyalog’ demiş,ardından önce ateşkes, sonra suikast girişimi gelmişti. 1995 seçimlerinden sonra DYP-SHP Hükümeti’nin yerini ANAP-DYP Hükümeti aldı. Şimdi Mesut Yılmaz başbakandı.
Yılmaz da diğer liderler gibi Kürt sorununun yarattığı sorunların altında eziliyordu. Soluk almak, aldırmak istiyordu. Görevi devralır almaz o da PKK’nin kapısını çaldı. Başbakan Yılmaz’ın ‘özel danışmanı’ yazar Alev Alatlı bu amaçla Avrupa’ya çıkarma yaptı.
Alatlı 16 Nisan 1996 günü Brüksel’de PKK’nin Avrupa sorumlusu Abdurrahman Çadırcı’yla buluştu. Alev Hanım, sorunun siyasal çözümü için ‘yapılması gerekenleri konuşmaya’ gelmişti. Alatlı, Çadırcı’nın sorusu üzerine bu görüşmeden Genelkurmay’ın haberdar olduğunu söyledi.
Görüşmelerin ilk turu ‘başarılı’ geçti. Alatlı ikinci gelişinde Öcalan’a gidecekti. Taraflar belli aralıklarla görüşmelere davam edeceklerdi. Fakat bu kez yeni bir suikast girişimi gerçekleşti! 6 Mayıs 1996 günü Şam’daki PKK okulunun yakınlarında C-4 patlayıcılarla dolu bir minibüs infilak ettirildi. Eylemi Yeşil örgütlemişti. Minibüsün bırakıldığı yer Öcalan’ın geçiş güzergâhıydı. Öcalan o esnada okulda değildi ama mesaj verilmişti.
Öcalan o gece yaptığı televizyon konuşmasında ‘biz barış, kardeşlik diyoruz, bu savaşı bitirelim diyoruz, karşılığında bomba alıyoruz’ dedi. Öcalan’ın suikast girişiminden Yılmaz’ı sorumlu tutması üzerine Alatlı bir daha PKK’ye gel(e)medi.

Netanyahu-Karadayı görüşmesi ve Erbakan’ın mektubu
Türkiye’de siyasi istikrar sağlanamıyor, hükümetin biri gidiyor, diğeri geliyordu. ANAP-DYP Hükümeti yürümeyince Refahyol hükümeti kuruldu. Erbakan Başbakan, Çiller yardımcısı oldu. Erbakan hükümeti kurar kurmaz karşısında askeri buldu. - Genelkurmay Başkanlığı hükümetin önüne ‘İsrail’le ikili askerî anlaşmalar’ dosyasını koydu.
Genelkurmay Başkanı Karadayı İsrail’e gitmişti. İsrail’de başbakanlık koltuğunda şimdiki Başbakan Netanyahu oturuyordu. Karadayı o ziyarette (25 Şubat 1997) birçok askerî anlaşmaya imza atmıştı. Hükümete bu anlaşmaların içeriği dahi açıklanmamıştı. Hükümet yine de önüne konan bütün dosyaları onayladı.
Ordu, yeni bir Milli Askerî Stratejik Konsept (MASK) hazırladı. Buna göre ‘dış tehditin’ adresi Suriye ve İran’dı. Ardından (Kasım,1997) Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB) değiştirildi. Belgede ‘siyasal İslam baş düşman’ gösterildi.
Ordunun bunları yaptığı günlerde Erbakan Öcalan’a mektup gönderdi. ‘Şiddet dursun, Kürt kardeşlerimizle sorunları konuşarak çözelim’ dedi. Öcalan, Erbakan’a olumlu yanıt verdi. Bunun ardından Erbakan bir yazarı ve bir milletvekilini ‘aracı’ olarak gönderdi.
Erbakan mektubunu ‘resmî’ yollardan, Suriye yönetimi üzerinden göndermişti. Ve Genelkurmay’ın bilgisi dahilindeydi. Oysa Erbakan Öcalan’a mektup yazdığı tarihte Genelkurmay ile PKK zaten görüşüyordu. Başbakan’ın bundan haberi olmadığı anlaşılıyordu.

Genelkurmay doğrudan devreye giriyor
Evet, askerî kanaldan görüşme devam etmekteydi. Bu kez PKK’nin kapısını asker çalmıştı. Bir Kürt işadamının referansıyla Avrupa’ya gelen Genelkurmay Toplumsal İlişkiler Dairesi’nden Kurmay Albay H. D, PKK ‘nin Avrupa sorumlusu Şahin Çilo’yla biraraya gelmişti. Genelkurmay geçen yıl da nabız yoklamıştı. Şimdi iki cepheden birden görüşme halindeydi. Bir albay Avrupa’ya, bir albay da PKK’nin cezaevi sorumlusu Sabri Ok’a gönderilmişti. Bu görüşmelere avukat Selim Okçuoğlu aracılık etmişti.
Genelkurmay, ‘yeni komuta kademesine fırsat verilmesini’ istemekte ve ‘kapsamlı bir dönüşümden’ söz etmektedir. ‘Devlet değişecek, her şey düzelecek ve işler yoluna girecek’ demektedir. PKK de bu tarihsel süreçte ‘devleti dönüştürmek için üzerine düşeni yerine getirmelidir.’
Buna göre ilk aşamada ateşkes ilan etmelidir. İkinci aşamada siyasi taleplerini gözden geçirmeli, bölünmeye yol açacak taleplerini geri çekmeli ve birlikte çözümü benimsemelidir. PKK; Türk-Kürt kardeşliğini esas alan 1920 ruhunun yenilenmesi için gayret göstermelidir. Genelkurmay’dan gelen mesaja göre üçüncü aşama ise geçmiş muhasebesidir. Karşılık olarak yapılan hatalarla yüzleşilecektir!
PKK, buna karşılık ; operasyonlar durmalı, koruculuk sistemi ve Jitem dağıtılmalı, medya üzerindeki ambargo kaldırılmalı, barışçıl çözümün koşulları sağlanmalı ve genel af için hazırlık yapılmalıdır’ demiştir. Genelkurmay bunlara ‘evet’ demiş ve süreç içinde yerine getireceğini söylemiştir. TSK-PKK görüşmeleri bu zeminde devam etmiştir.
MED TV’de her pazar akşamı hazırlayıp sunduğum ve Öcalan’ın telefonla katıldığı programda bu süreç yoğun olarak işlenmiştir. Öcalan bu görüşmelerden çok ciddi sonuçlar çıkacağından emin değildi. Aksine temkinliydi. Zira, 1993’ten bu yanan yaşananlar gözler önündeydi. Yine de kestirip atmak istemiyordu.
O günlerde MED TV’de programlara da katılan Yalçın Küçük, ‘Genelkurmay’dan bugünlerde PKK için önemli bir açıklama gelecek’ bilgisini verdi. Çok geçmeden de açıklama geldi. Dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya, 5 Şubat 1998 günü, ‘irticanın PKK’den daha tehlikeli olduğunu’ söyledi!
Belli ki Türkiye yeni bir döneme girmişti. Şimdi ‘irticayla mücadele’ öne çıkmıştı. Öcalan’a söylenen ordunun ‘yeni bir Türkiye kuracağı’ydı. Gelen mesajlar bu yöndeydi. Kaldı ki siyasal olaylar da buna işaret etmekteydi.
Öcalan o süreçte, Türk-Kürt kardeşliği temelinde Cumhuriyet’in kuruluş sürecini işledi. Kemalist devrimin önemine dikkat çekti ve her fırsatta, ‘yeni Türkiye’yi birlikte kurmaya hazırız’ dedi.

28 Şubat sürecinde yaşananlar
1998’le birlikte Kürt sorunu gündemden düşmüş, ‘irtica’ meselesi öne çıkmıştı. 28 Şubat’ta MGK toplanmış, ‘laiklik’ vurgusu yapmıştı. 21 Mayıs’ta Refah Partisi’nin kapatılması için dava açılmış, 17 Haziran’da Erbakan istifa ederek, başbakanlıktan ayrılmıştı.
Bütün bu gelişmeleri yakından izlemiş, tartışmıştık. Ordu bir adım atınca Öcalan da bir adım atıyordu. Ordu, ‘PKK asıl tehdit değil derken, Öcalan, Kemalist devrimin tamamlanması gerektiğini söylüyordu. Bu tür paslaşmalar oluyordu ancak pratikte bunun tersi yaşanıyordu.
Savaş devam ediyor, can kayıpları yaşanıyordu. Ayrıca Şemdin Sakık’ın yakalanmasından sonra (13 Nisan 98) Türkiye, Suriye üzerindeki baskılarını arttırmaya başlamıştı.
30 Haziran’da Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Temmuz’un ilk haftası Yıldız Şimşir arkadaşımla birlikte MED TV’de ‘özel ‘bir program yaptık. Öcalan yine telefonla katıldı. Ancak bir telefon konuğumuz daha olacaktı. Ankara’dan katılacaktı. Ankara’dan katılacak olan görüşmeleri yönlendiren kişi olacaktı.
Programı açtık, PKK liderini aldık ve süreci tartıştık ancak Ankara’dan kimse bağlanmadı. Beklediğimiz kişi faks göndermişti. Faksı alıp, okudum. Faks adı sanı duyulmamış bir haber ajansının antetli kağıdıyla gönderilmişti.Yanılmıyorsam Ankara Ay Ajans’tı. Faks mesajında sorunun çözümü konusunda bilinen öneriler tekrarlandıktan sonra, ‘bu sorunun çözülmesi için Öcalan’ın bulunduğu yerden çıkması gerektiği’ söyleniyordu.
Faksı okuduktan sonra sözü Öcalan’a verdim. Öcalan, ‘eğer Ankara çözüm konusunda yeterli irade gösterirse biz burayı ikna ederiz. Bulunduğumuz alan diplomatik sorun edilmemeli, bu alana baskı yapılmamalı ‘ yanıtını verdi. Bir faks daha geldi. İkinci faksta, ‘Öcalan Suriye’de oldukça çözüm olmayacaktır’ yazıyordu.
Gidişatta bir terslik olduğu belliydi. O fakslar MED TV’nin arşivinde olmalı. Faks numaralarını araştırdık ancak sonuç alamadık. Öyle bir hat sanki hiç açılmamıştı! Ancak o ajansın adıyla birkaç hafta sonra bu kez Kıbrıs Türkleriyle ilgili bir haberde karşılaşmıştım.

1 Eylül 1998 ateşkesi
Öcalan karşı tarafın ikili oynadığından kuşkulanıyordu. Bu kuşkusunu yakın çevresiyle paylaşıyor ve tartışıyordu. Acele bir ateşkes kararı vermek istemiyordu. Bu arada mesajlar gelmeye devam ediyordu. Temmuz sonunda bu kez Yalçın Küçük Hoca’yla birlikte ‘özel’ bir program yaptık. Hoca, önceden bana , ‘bu programa iyi hazırlanalım Genelkurmay Karargâhı’ndan izleyecekler’ dedi. Aynı bilgi Öcalan’a da gitmişti.
Programı açtıktan sonra ilk sözü sözü stüdyodaki Yalçın Hoca’ya verdim. Yalçın Küçük,’biliyorum, bu gece paşalarımız bizi izliyor’ dedi ve uzun bir değerlendirme yaptı. Hoca’ya göre Ankara’da, özellikle ordu içinde ‘farklı düşünenler’ vardı. Bu programda söyledikleri onların kaygılarını gidermek amaçlıydı!
Tabii, Yalçın Hoca konusunda Öcalan’ın ve bizim düşüncelerimiz netti. Hoca’nın ordu içinde ilişkileri olabilirdi. Ayrıca, Kürt hareketini ‘siyaseten yönlendirmek’ niyetindeydi. Küçük, Kürt meselesinde kendi deyimiyle ‘devletin zihnini açıyordu’! Sık sık,’bizim devletimiz bana gelinceye kadar Kürt ve PKK cahiliydi’ diyordu.
Bunlar bilinen şeylerdi. Herkesin bir hesabı vardı ve olacaktı. Kürt tarafı bunun farkındaydı ve o da kendi hesabını yapmıştı.
21 Ağustos 1998 günü Genelkurmay’dan yeni bir mesaj geldi. Mesajda , ‘basın üzerindeki ambargonun kaldırıldığı belirtiliyor, ateşkesin ilan edilmesinin beklendiği ‘söyleniyordu.
28 Ağustos’ta programı yaptık. Programa NTV, ATV, Hüriyet, Milliyet gibi gazetelerin temsilcileri katıldı. Yeni Özgür Politika gazetesine bu programın ayrıntılarını yazdım. Yıldıray Oğur’un yazısında da var. Sonuçta Öcalan, Genelkurmay’ın talep ettiği ateşkesi ilan etti.
Ancak 6 Eylül’de yaşanan beklenenin tam tersi bir gelişmeydi. Başbakan Mesut Yılmaz İsrail’e gitmişti. Netanyahu ve Yılmaz görüşmesinden sonrası yapılan basın toplantısında Yılmaz, ‘bölücü teröre verdiği destek’ sebebiyle Suriye’nin ‘düşman ülke’ olduğunu söylemişti.
Bu açıklamanın ardından Öcalan, ‘bu bir oyundur’ dedi. Ancak ateşkes ilan edilmişti. 14 Eylül günü Genelkurmay’dan bir mesaj daha geldi. Genelkurmay görüşmelere , ‘ikinci bir gelişmeye kadar’ son verdiğini söylüyordu.

1999-2002 dönemi
Sonrası biliniyor. Amerika’nın baskısı sonucu Öcalan Suriye’den çıkarıldı. Uluslararası düzeyde aylar süren baskı ve takipten sonra da Kenya’da yakalandı ve Türk devletine verildi. Bu sürede Karadayı emekli olmuş, yerine Kıvrıkoğlu gelmişti.
TSK-PKK görüşmeleri için emri Karadayı-Kıvrıkoğlu ekibi vermişti. Görüşmeler onların bilgisi dahilinde gerçekleşmişti. Öcalan İmralı’da avukatlarıyla yaptığı görüşmelerde orada da birçok kez kendisiyle Kıvrıkoğlu adına görüşüldüğünü söyledi. Kıvrıkoğlu-Ecevit ikilisinin çözüm konusunda samimi davrandıklarını da belirtti. Öcalan’a göre ‘Rahşan affı’ da başta bu amaçla gündeme gelmişti. Ancak daha sonra değiştirilmişti. Ayrıca Ecevit Hükümeti’nin tasfiyesi de bu meseleyle yakından ilgiliydi.
Öyle miydi, değil miydi bilemeyiz. Bildiğimiz; Türkiye’nin PKK’yle görüşmeye başladığı her dönem ciddi sarsıntılar geçirdiğidir. Bazı gözlemciler bu görüşmelerin ‘oyun’ olduğunu söylüyor. Bu kadar ‘oyun’ bana fazla geliyor. Ne de olsa bugün de geçmişten farklı bir şey yaşanmıyor.
Gazeteci
gunayaslan@hotmail.de

HOCAMIN GÜNLÜĞÜNDEN

FİKRET BAŞKAYA'NIN GÜNLÜĞÜ

Karaburun Bilim Kongiresinde 4 Eylül 2009'da Sunulan Bildiri
Seksen öncesi / seksen sonrası veya rejimin niteliği
Fikret Başkaya
1980 sadece Türkiye’nin değil, kapitalist dünya sisteminin tarihinde de bir kırılma noktasıdır. Genel bir çerçevede 1970’li yılların sonu, 1980’lerin başı, II. emperyalist savaş sonrasında geçerli paradigmaların da sonuydu. Savaş sonrasında sömürülen sınıflar ve ezilen halklar lehine oluşan güç dengesinin yön değiştirmesi anlamına geliyordu. Başka türlü söylersek, emperyalist sistem savaş sonrasında kaybettiği mevzileri geri almak üzere kapsamlı bir saldırıya geçmişti ve saldırının adı ‘neoliberalizmdi’. 1945 sonrasında emperyalist sistem üç odak [Üçüncü Dünya halkları, Sovyet sistemi ve emperyalist ülkelerdeki işçi hareketi ve sol muhalefet] tarafından sıkıştırılmakta ve tavizler vermek zorunda kalmaktaydı.., Koloniyalizm statüsüne baş kaldıran sömürge halkları, kapitalizmin tarihinde ilk defa 1955 yılında Endonezya’nın Bandung kentinde toplanan ünlü Bandung Konferansıylabir aktör olarak dünya sahnesine çıkmışlar ve dünya siyasetinin belirleyicilerinden biri olma niyetini ilân etmişlerdi. Sovyet sistemi emperyalist savaştan etkinlik alanını ve prestijini artırarak çıkmış, hem yeryüzünün lânetlilerinin, hem de emperyalist ülkelerdeki işçi sınıflarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmişti. Nihayet emperyalist metropollerde savaşın yoksulluk ve sefalete mahkûm ettiği işçi sınıfı kapitalist sistemi ödün vermeye zorluyordu. Bazı ülkelerde [Fransa, İtalya...] komünist partileri iktidarı ele geçirip rotayı değiştirme potansiyeli taşıyorlardı. Velhasıl kapitalizmin yaklaşık 450 yıllık tarihinde ilk defa ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine göreli bir güç dengesi durumu ortaya çıkmıştı. Böyle bir güçler dengesi demek, kapitalist sistemin baronları için tehlike çanlarının çalması demekti. Emperyalist sermaye güç dengesini lehe çevirmek için biri ideolojik planda [neoliberal tezlerin oluşturulup-yayılması veya ideolojik savaş], diğeri de jeostratejik, jeopolitik planda [ komünizmi çökertme ve Üçüncü Dünya rejimlerini yeniden kompradorlaştırma, emperyalist ülkelerdeki ‘sosyal devlet’ veya ‘refah devleti’ denilen modeli aşındırma] olmak üzere ikili saldırıya geçti. 1970’li yılların sonuna gelindiğinde artık güçler dengesi emperyalist cephe lehine döndürülmüştü. Sovyet sisteminde aşınma derinleşmiş, Üçüncü Dünya’da ‘ulusal kalkınmacı’ paradigma iflas etmiş, Bandung Konferansıyla kabaran dalga sönmüş, emperyalist ülkelerde geçerli ‘refah devleti modeli’ aşınma sürecine girmişti. İdeolojik planda da neolibiralizm tek düşünce mertebesine yükseltilip alternatifsiz ilân edilmişti. Türkiye’de seksen ve sonrasında neler oldu, neden oldu, olanlar kimin için ne anlama geliyordu sorusuna cevap arama iddiasında olan biri, Türkiye’nin bir parçası olduğu kapitalist dünya sistemindeki eğilimleri, kırılmaları, dönüşümleri, hegemonik gücün jeopolitik, jeostratejik stratejisini dikkate almak zorundadır. Böyle bir şey, bilimsel yöntemin de bir gereğidir. Zira, parçayı bütünden soyutlayarak tahlil etmek uygun değildir. Bütünle parça arasındaki karşılıklı belirleyicilik ilişkisini dikkate almayan bir tahlil fotoğrafın tamamını kapsamaz. Aslında kapitalizmin karşı saldırısı, 1970’lerin ortasından itibaren genelleşen yapısal krizden çıkmanın da bir aracı olarak gündeme gelmişti. Başka türlü ifade etmek istersek, kapitalizmin krizden çıkması, güç dengelerini yeniden kendi lehine çevirmesiyle mümkündü ki, bu da dünyanın her yerinde emekçi kitlelerin sömürüsünün derinleştirilmesi, çevreden merkeze değer transferinin yoğunlaştırılması velhasıl işçi sınıfının ve yeryüzünün lânetlilerinin bulundukları mevizelerin gerisine püskürtülmesini gerektiriyordu... Fakat hegemonik güç olan ABD’nin Türkiye’ye ve Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgeye “ilgisini“ artıran başka nedenler ve gelişmeler de söz konusuydu. OPEC petrol üzerindeki denetimi ele geçirmiş, peşpeşe önemli oranlarda zamlar yapmıştı. Petrol kartelinin bu tür bir etkinlik sağlaması, benzer oluşumları teşvik edebilir, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere ucuz enerji, maden ve tarım ürünleri akışını problemli hale getirebilirdi. 1970’lerin ortalarından itibaren Üçüncü Dünya Ülkeleri ‘yeni bir uluslararası ekonomik düzen’ talebini gündeme getirmişlerdi ki, bu tür girişimler, söz konusu ülkelerin ‘eşitsiz ticareti’, eşitsizlik temeli üzerine kurulmuş ekonomik ve politik ilişkiler bütünün sorun eder hale gelmeleri demekti. Emperyalizmin en güvenilir “müttefiki” olan İran’daki Şah Rıza Pehlevi rejimi düşmüş [1979], yerini İmam Humeyni önderliğindeki ‘İslam Cumhuriyeti’ almıştı. Bu durum ABD’nin bölgedeki üç kalesinden birinin düşmesi demekti [diğerleri Siyonist İsrail ve Türkiye]. Sovyetler Birliği Afganistan’a girmişti [1979]... Bir başka gelişme başta Müslüman Ortadoğusunda olmak üzere, İslam Fundementalizmi de denilen ‘politik islamın’ bölge halklarının gözünde bir çekim merkezi haline gelmesiydi. Elbette ‘Politik İslam’ denilen başta bizzat ABD tarafından peydahlanmış, komünizmi kuşatma stratejisinin bir aracı olarak gündeme gelen ‘güdümlü’ bir hareketti ama güdümlü hareketler her zaman güdümlü olmaktan çıkma potansiyeline sahiptirler... Bütün bunlar emperyalizmin ‘enerji çeşmesi’ Ortadoğu denilen bölgedeki konumunu sarsıcı gelişmelerdi ve ‘Kollektif emperyalizmin’ lideri olan ABD’nin bu gelişmelerden kaygılanmaması mümkün değildi... Bölgeyi ‘istikrara kavuşturmak gerekiyordu ama bölgede ‘istikrar unsuru’ olması gereken ve Emperyalizmin bölgedeki iki kalesinden bir olan Türkiye de istikrarsızlık istenmeyen bir istikâmete yönelirse, emperyalizmin bölgedeki uzantısı ya da ‘bölgedeki emperyalizmden‘ başka birşey olmayan Siyonist İsrail’in güvenliği de tehlikeye girebilirdi... Fakat, Türkiye’deki ‘istikrarsızlık durumunun’ nüanse edilmeye [eşelenmeye] ihtiyacı vardır. Türkiye’de 1960’lı yıllarda kabaran sol dalga 12 Mart 1971 askerî müdahalesiyle söndürülmek istenmişse de tam başarılamamıştı. Sol hareketin üstüne devlet destekli faşist milisler sürülüp, katliamlar ve devlet cinayetleri tırmandırıldı, Türkiye tam bir kaos ve şiddet sarmalına sokularak, halk bezdirildi. Bir tür ‘iç savaş’ ortamı yaratılmıştı. Bu yüzden 12 Eylül darbesiyle çatışma ve şiddet ortamı arasındaki ilişkinin yönü ve mahiyeti farklıydı. Darbeyi ‘gerekçelendirip’, mümkün hale getirmek için kaos ve şiddet tırmandırılıyordu. Dolayısıyla darbenin gerekçesi olan ‘Türkiye’nin bölünmenin ve parçalanmanın eşiğine gelmişti’ söylemi gerçek durumu ifade etmiyordu. Hem emperyalizmin, hem de onun uzantısı olan Türkiye’nin komprador egemen sınıflarının çıkarına uygun bir ‘tanzimatın’ yapılabilmesi için şiddet ve terör ‘bilinçli olarak’ tırmandırılmıştı. Nitekim 11 Eylülde devam eden şiddet ve terör eylemlerinin 12 Eylülde bıçak gibi kesilmesi, ilişki tersliğinin kanıtıdır. Askerî darbe terör ve şiddeti önlemek için yapılmadı, askerî darbeyi ‘gerekli’ kılmak için terör ve şiddet tırmandırıldı. Aslında askerî darbe kapsamlı bir projenin sadece bir bileşeniydi ve söz konusu projenin ‘başarısı’ için gerekliydi. Bilinçli ve sistematik olarak yaratılan terör ve şiddet sarmalı, devlet terör rejimini yerleştirmek içindi... Netice itibarıyla 12 Eylül darbesi bilinen anlamda bir askerî müdahale değildi. Kapsamlı bir modelin dayatılmasıydı ki, söz konusu model, Türkiye’nin komprador egemen sınıf ittifakının ve emperyalizmin çıkarını güvence altına alan bir düzenlemeler, tanzimatlar bütünü olacaktı. İkinci emperyalist savaş sonrasında geçerli paradigmanın yerine yenisini ikâme etmek anlamına geliyordu. Başka türlü ifade etmek istersek, belirli aralıklarla [20-30 yıl] yapılan ve her seferinde farklı adlar alan düzerlemelerden, tanzimatlardan, ıslahatlardan, reformlardan biriydi. Bir tür ‘genel tekrardı...” “Yenilikçilik’ döneminde Türkiye’de yapılan bu tür düzenlemelerin birbirine bağımlı ve birbirini tamamlayan başlıca iki işlevi vardı: egemen sınıfın iktidarını pekiştirip iktidarın temelini takviye etmek ve emperyalizmle uyumlanmak... Tam bir uyum-takviye operasyonu... Türkiye’de egemen sınıflar ittifakının varlık nedeni emperyalizmle uyumlanmaktan geçiyor. Dolayısıyla egemen ittifakın iktidarının varlığı ve kalıcılığı, onun emperyalizmle uyumlanma yeteneğine bağlıdır... 12 Eylül, emperyalizmin yeni stratejisiyle uyumlanmayı, egemen sınıf ittifakını restore- takviye etmeyi amaçlıyordu ve restorasyon rejimin tüm veçhelerini kapsayacaktı. Bu niteliğinden ötürü de önceki iki darbeden [27 Mayıs ve 12 Mart] hem amaç hem de kapsam itibariyle farklıydı. Nitekim 12 Eylül öncesinin iki darbesi de [ 27 Mayıs 1960, 12 mart 1971] iktidarın temelini güçlendirici düzenlemeleri dayatsa da bir paradigma değişikliğini amaçlamıyordu. Darbeden 30 yıl sonra 12 Eylül rejiminin sarsılmadan yola devam ediyor oluşunun nedenlerinden biri ve başlıcası, sadece yapılan düzenlemelerin derinliği değil, geçerli paradigmayı yenisiyle ikâme etmesinden, rotayı değiştirmesindendir...“Ulusal kalkınmacı” paradigmadan yeniden kompradorlaşmaya giden yol: 24 Ocak-12 Eylül 1980...Politik ve akademik literatürde açıkça dillendirilmese de İkinci emperyalist savaş sonrasında Türkiye’de adı konmamış bir ‘ulusal kalkınmacılık’ geçerliydi. Aslında bu Türkiye’ye özgü bir şey de değildi. Global planda sınıfsal güç dengelerinin bir sonucu olarak, Türkiye’nin de içinde yer aldığı Üçüncü Dünya’da geçerli model ulusal kalkınmacılıktı. Bu modelin mahiyeti, çelişkileri ve sınırlarına dair başka yerde yeterince yazdığım için burada bu soruna girmeyeceğim ama geçerken şu kadarını hatırlatmak uygun olabilir. Çoğu koloniyalizmden yeni kurtulmuş Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ‘genç devletlerin’ yönetici sınıfları, kapitalizmden kopmadan, karşılıklı bağımlılık ilişkileri dahilinde sanayileşebileceklerini, kalkınabileceklerini, yüzyıllardır uzak tutuldukları sofraya dahil olabileceklerini, velhasıl yakalamanın mümkün olduğunu düşünüyorlardı. Bir taraftan kapitalizmin içine girdiği genişleme trendi, diğer taraftan koruyucu ve düzenleyici ‘milli politikaların’ bu yöndeki beklentileri teyit eder mahiyette sonuçlar doğuruyor gibi görünmesi, ‘ulusal kalkınmacı’ denilen modele haklılık ve prestij kazandırıyordu. Fakat içe dönük, ithal ikâmeci büyüme modeli, yüksek oranda ithalata bağımlı bir modeldir. Yüksek ithal girdi oranıyla üretim yapar ama ürettiğini iç pazarda sattığı için kendi ihtiyacı olan dövizi kendisi sağlayamaz. Ve belirli bir eşikten sonra ödemeler dengesi krizi kaçınılmaz olarak gündeme gelir. Türkiye’de de 1970’li yılların sonuna gelindiğinde ithal ikâmeci model tıkanmış, Türkiye dış [emperyalist] müdahalelere daha da açık hale gelmişti. Emperyalist finans kurumlarının ‘yardımı’ olmadan yola devam etmesi artık mümkün değildi ama söz konusu emperyalist kurumların “yardım etmesi” için ‘yapısal uyum’ gerekiyordu ve ‘yapısal uyumun’ içeriği de en ince detaylarına varıncaya kadar söz konusu finans kurumları tarafından belirleniyordu... Uyum startı Turgut Özal’ın başbakanlık ve DPT müsteşarı olduğu dönemde 24 Ocak Kararlarıyla [1980] verildi. Lâkin verili ideolojik-kurumsal yapı ve işleyiş ve geçerli sınıfsal güç dengeleri, uyum için uygun değildi. En ufak kırıntıları da dahil, sınırlı demokrasiye dair ne varsa tasfiye edilmesi gerekiyordu... Ekonomik planda ‘uyumun’ sağlanabilmesi, sosyal, politik, ideolojik ve kültürel, kurumsal planda ‘uyumlanmayı’ gerektiriyordu ki, bunu geçerli ‘parlamenter’ sistem içinde gerçekleştirmek mümkün değildi. Ekonomi dışı alanlarda köklü tanzimatlar yapılmadan ekonomiye istikrar getirmek, velhasıl paradigmayı değiştirmek imkânsız gibiydi. Dolayısıyla 12 Eylül cuntası söz konusu paradigma değişikliği için “gerekliydi“. Tam bir kompradorlaşma programı demek olan yeni paradigma, ancak devlet terör rejimiyle dayatılabilir, kabullendirilebilir, kalıcılaştırılabilirdi. 24 Kararlarının ‘yerli mimarı’ [aslında asıl mimarlar Washington’daydı] Turgut Özal, 12 Eylül darbesiyle birlikte başbakanlığa terfi ettirilmişti. Ama başbakanlık ve DPT müsteşarı olmadan önce MESS [ Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası] başkanı olduğunu hatırlamak gereksiz bir ayrıntı değildir. Bu, 12 Eylül askerî cuntasının gerisindeki ‘asıl iç mimarlar’ hakkında fikir verecektir. 12 Eylülle birlikte ekonominin direksiyonuna geçirilen Turgut Özal, 1983 Kasım başında ‘demokrasiye’ geçildiğindeyse artık “sivil” başbakandır... Daha sonra da ‘sivil cumhurbaşkanı’ olarak ünlenecekti... Siyasi kültürün bu kadar geri, kavram kargaşasının bu kadar yaygın olduğu bir ülkede ‘sivil’ kavramıyla ilgili kafa karışıklığı da anlaşılır bir şeydir. Cuntanın Başbakan yardımcısı üç yıl sonra ‘sivil başbakan’ olarak arz-ı endam ediyor ve insanlar ‘sivil” bir seçim yaptığını sanıyordu... Özal “tabu yıkıcı”, “ufuk açıcı”, “kalıp parçalayıcı” olarak sunulacaktı ama ufuğun nereye açıldığı, parçalanan kalıbın aslında ne olduğu hiçbir zaman gerektiği gibi tartışılmadı. Bu vesileyle bir gerçeği hatırlamamak olmaz: Özal ‘işbitiriciliğin’ tartışmasız timsâliydi. Bilindiği gibi işbitiricilik iki tarafı varsayar: işi bitiren ve işi bitirilen... Velhasıl Özallın seksenli yıllar boyunca, başbakan yardımcısı, başbakan ve cumhurbaşkanı olarak sahnede kalması, sermaye sınıfının rövanşıydı... Ekonomik sistemi yerli komprador oligarşinin ve emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmek üzere saldırıya geçildi. İşçi hakları askıya alındı, sendikaların yasaklanıp- yöneticileri hapse atılmayanının [Türk İş Konfederasyonu] genel sekreteri cunta hükümetinin çalışma bakanıydı... Aslında bu durum Türkiye’deki sendikal geleneğin niteliği hakkında fikir vermeye yeterdi... Sadece işçi ücretleri bastırılmadı. Tarım sektörü de baskı altına alınarak ihraç edilebilir bir mal stoku oluşturuldu. 24 Ocak-12 Eylülle dayatılan ekonomik modelin başlıca amaçlarından biri, dış borçların ödenmesini güvence altına almaktı. Bunun için de 1950’li yılların sonundan beri geçerli içe dönük [ithal ikâmeci] model yerine ‘dışa dönük’, ihracat öncülüğünde büyüme modeli denilen, yeni bir sermaye birikimi modeli dayatılıyordu. Dışa açılma, dışa dönük model denilen, ekonomiyi sonuna kadar dış sömürüye açmak demekti. Bilindiği gibi emperyalist finans örgütleri [IMF, Dünya Bankası, [WB], Dünya Ticaret Örgütü [WTO], OECD, vb.] tarafından Türkiye ve benzer gelişmişlik düzeyindeki ülkelere önerilen, bilimsel literatürde ‘ihracat öncülüğünde büyüme’ denilen dışa açık model, yeniden kompradorlaşmanın hizmetinde tam bir sömürü-yağma ve talan modeliydi. Çokuluslu şirketlerin etkinlik alanını genişletip, kâr marjlarını yükseltmeyi, azgelişmiş ülkelerin ihracat ürün fiyatlarını çökertmeyi, bankaların [finans sermayesi densin] yayılmasının önünü açmayı ve dış borçların düzenli ödenmesini sağlamayı amaçlıyordu. Elbette asıl amaç söz konusu ülkeleri koloniyalizm dönemindeki statüye benzer bir duruma zorlayan bir ‘düzeltme operasyonu, kapsamlı bir yoksullaştırma saldırısıydı ve kapitalizm koşullarında yoksulluk sefalet demekti. 1983 Kasımında seçimlerle demokrasiye geçildiği söylendi. Buna inanmak isteyenler inandı ve maalesef inananlar çoğunluktaydı... Aslında 1982 anayasasının kabulü demek [kabul ettirilmesi], askerî darbenin dayattığı devlet terör rejiminin kurumsallaşıp-kalıcılaştırılmasıydı. “Zira, yeni rejimin çatısını oluşturan anayasa, darbe rejiminin fiilî kıldığı düzeni hukuksal bir çerçeveye yerleştirip ülkenin kalıcı ve olağan rejimi olarak meşrûlaştırmaktan başka bir şey yapıyor değildir. Oysa darbe düzeni hiç değilse adı üstünde, darbe düzenidir; yani demokratiklik iddiası olmayan olağanüstü bir ara rejimdir.” Söz konusu olan, devlet terör rejimini ‘görünmez’ kılan bir dizi kurumsal düzenleme ve ideolojik bir manipülasyondan ibaretti... Kadir Cangızbayın da ifade ettiği gibi, 1982 anayasası, askerî rejimi yasal hale getirip-kurumsallaştırmak, kalıcılaştırmak demekti. Yapılan ve yapılmak istenen politikanın yasaklanmasıydı ama sisteme yamanan siyasî parti-seçim-temsil-meclis-hükümet oyunu, gerçek durumu gizliyordu. Kaldı ki, siyasetin yasak olduğu bir ortamda en bıktırıcı bir şekilde ‘demokrasinin vazgeçilmezi’ denilen siyasi partiler siyasi partiye benzer, ne de seçimlerin ve parlamentonun bir kıymet-i harbiyesi olurdu... Siyasi partiler ve seçimler kendi varlık nedeninin ve misyonunun tersini gerçekleştirmek için sahnedeydi. Amaç askerî rejimi görünmez kılmaktı. 12 Eylül modelinin dayatılması demek, zaten yasak olan siyasetin üzerini betonlamak gibi bir şeydi. Askerin sahneden çekilmesi bir yanılsamaydı. Zira değişiklik biçimle, görüntüyle ilgiliydi. Cunta döneminin ‘Milli Güvenlik Konseyi’, sadece MGK’ya [Milli Güvenlik Kurulu] taşınmakla kalmamış, cunta kültürü devlet aygıtına ve devletin ideolojik aygıtı denilenlere de derinlemesine sinmiş, toplum vicdanı kirletilmişti... Bu arada ideolojik planda da resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün Türk-İslam sentezi denilen yeni bir versiyonu üretilmişti. Yeni Atatürkçülük versiyonu sadece TC egemenlerinin hizmetinde değildi. Komünizmi çökertmenin ve Üçüncü Dünya Rejimlerini kompradorlaştırmanın hizmetindeki ABD’nin Yeşil Kuşak Doktriniylede uyumlanmak anlamına geliyordu...O halde bu durum nasıl açıklanmalı-anlaşılmadır. Neden moderniteye, modernliğe onca gönderme yapıldığı halde devlet hâlâ kutsal sayılıyor. Neden böylesine köşeli, böylesine bağnaz bir resmi ideoloji geçerli? Neden rejimin bir sürü tabusu var? Neden parlamento parlamentoya, siyaset siyasete, siyasi partiler siyasi partiye, yargı yargıya, üniversite üniversiteye, medya medyaya... benzemiyor ama hepsi gibi... Neden insanlar bir türlü ‘yurttaş’ olamıyor ve sanki ortalama insanın taşıdığı bilinç bir tür misafir, mülteci, sığıntı bilincinin ortalaması? Neden askerî darbeler rejimin ‘olağan’ halidir? Neden 12 Eylülde üretilen makina aradan üç onyıl geçtiği halde hâlâ yerinde duruyor ve çalışmaya devam ediyor. Neden siyaset bir türlü adına lâyık olamıyor. Neden aradan geçen otuz yılda parlamento defalarca ‘yenilendiği’, defalarca mahalli seçimler yapıldığı halde ‘siyaset erbabı’ 12 Eylül’ün dayattığı kurumsal, yasal, ideolojik yapıyı sorun etmiyor, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyor? Sadece siyaset erbabına değil topluma da sirayet etmiş ‘omerta kültürü’ nasıl açıklanabilir? Neden bu ülkede devlet tarafından yapılan katliamlara ‘faili meçhul cinayetler’ deniyor? Neden farklı düşünen hain muhalif düşman sayılıyor, özgür düşünceden ve sınırlı demokratik açılımlardan bu ölçüde korkuluyor? Neden Kürt sorunu onca zamanda bir türlü çözülemiyor? Neden hesap sorma-hesap verme diye bir gelenek yok. Neden yargı ikiliği var ve o kadar zamandan sonra ‘suçun kişiselliği’ ilkesine bile itibar edilmiyor? Neden rejim ‘kendi’ çocuklarını terörist ilan edebiliyor? Soruları çoğaltmak mümkün... Bu ve benzer sorularla ilgili verimli bir tartışma yürütmenin koşulu, TC’ye dair yaratılmış efsanelerden, resmi tarih, resmi ideoloji ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın tahribatından kurtulmadan mümkün değildir. Aksi halde ekseri yapıldığı gibi sorunları tartışıyormuş gibi yapanların safına savrulmak kaçınılmazdır...TC’nin modernite ve aydınlanmayla imtihanı veya rejimin niteliğini tartışabilmek...Herhangi bir toplumsal olayı veya süreci açıklamak için bir dizi neden sıralamak adettendir ve aslında bu gereklidir de. Zira, inceleme konusu yapılan toplumsal olay, olgu veya süreç farklı nedenlerin, kertelerin, belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünlüğü olarak tezahür eder. Lâkin, bir dizi nedeni sıralamak, toplumsal gerçekliğe nüfûz edip bilince çıkarmak için yeterli değildir. Sorunu yetkin bir tarzda ele alıp- netleştirmenin, gerçekliği ortaya çıkarmanın yolu, asıl nedeni tespit edip, nedenler hiyerarşisinin tepesine yerleştirmeyi gerektirir. Nedenler ‘bütünü’ içinde asıl nedeni seçip-ortaya çıkarmak son derecede önemlidir. Aksi halde sorun tahlil ediliyormuş gibi yapılsa da gerçeği yakalamak pek mümkün olmaz. Böyle bir durumda ideolojik- entellektüel etkinlik zaafa uğrar ve asıl amaca yabancılaşır, başka amaçlara hizmet eder hâle gelir... Dolayısıyla, araştırmacının, tarihçinin, ‘bilim insanı’ denilenin, sosyal düşünce alanında etkin olma iddiası olanın yöntem ‘üstünlüğüne’ sahip olması gerekir ama bir başına yöntem üstünlüğü gerçeği yakalamanın güvencesi değildir. Yöntem üstünlüğü araştırmacıyı sadece avantajlı duruma getirir. Kendisinden beklenen yüksekliğe de çıkabilmelidir. Türkiye’deki rejimin niteliği tartışılırken, yukarıda sorduğumuz sorulara cevap aranırken, nedensellik hiyerarşisinin tespiti büyük önem taşıyor... Öyleyse sorun nasıl ele alınıp-tartışılabilir? Kritik olan, belirleyici olan nedir veya ne ile ilgilidir? Tartışmayı, Türkiye sosyal formasyonunun yakın tarihinde yaşananların ne anlama geldiğiyle başlatabiliriz. İmparatorluğunun ‘yenilikçilik’ denilen döneminde yapılanların tarihsel anlamı ne idi? Yenilikçilik [teceddüt] denilenler aslında neyin hizmetindeydi? Osmanlı sosyal formasyonu hem kendi iç çelişkilerinin hem de ilk defa tarih sahnesine çıkan, orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizmin aşındırmasına maruz kaldığında, bürokratik yönetici elit [nomenklatura] başa dönerek, başlardaki gücü ve ihtişamı ihya ederek ‘krizi’ aşmanın mümkün olduğunu sandı. Aslında bu ister birey isterse toplum olsun, yeni bir durumla karşılaşanların olağan tepkisidir: geriye bakmak, çözümü geride aramak. Fakat tarihte geriye dönüş hem mümkün değildir hem de arzulanır bir şey olmaması gerekir. Zira, bugünün sorunlarını düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir. Osmanlı yönetici eliti katında selâtini maziye denilen bir ‘altın çağ’ yaşandığına inanırlardı ve geçmişteki altın çağı ihyâ ederek içine sürüklendikleri durumdan çıkabileceklerini umuyorlardı. Bunun imkânsızlığı anlaşılınca, durumu kurtarmak için Batı Avrupa’dan [koloniyalist-emperyalist Avrupa] bazı kurum, kural, teknoloji, üslûp, vb. ithal ederek, oraya benzeyerek, kutsal devletlerini koruyacaklarını düşündüler. Amaçları yeni ve farklı bir şey yapmak değil, mevcut durumu, status quo’yu koruyup-sürdürmekti. Dolayısıyla yenilikler, kapitalist-emperyalist-koloniyalist Batı’dan ithal ettikleri şeyler, yeniyi yaratmanın değil, eskiyi koruyup-yaşatmanın hizmetindeydi. Bunun anlamı, bu topraklarda bir modernite devriminin hiçbir zaman yaşanmamış olmasıdır. Yenilikçilerin asıl amacı Eski Rejimi yıkıp, yeniyi ikâme etmek değildi. Eksiyi Batı’dan ithal ettikleri şeylerle koruma yoluna girmişlerdi. Oysa, kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte artık ‘klasik’ iktibas yolu kapanmıştı... Önceki dönemlerde iktibas yolu açıktı ve bir uygarlığın ‘ilerlemesi’ diğerinin ilerlemesini mümkün kılıyordu. Kapitalizmin tarih sahnesine çıkıp egemen üretim tarzı haline geldiği dönemde iktibas demek, kapitalizmin etki alanına girmek, kapitalizm tarafından biçimlendirilmek- biçimsizleştirilmek, velhasıl sömürgeleşmek demekti. Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğundaysa bu yarı-sömürgeleşme biçiminde tezâhür edecekti. Koloniyalist-emperyalist Batı’dan ithal edilen şeyler [düşünce, kurum-kural, teknoloji, militer yöntem ve araçlar, yaşam üslûbu, giyim-kuşam tarzı...] ve oluşturulan ‘yeni kurumlar’, umulanın aksine ve çelişik olarak, yönetici bürokratik elitin iktidarını sürdürmesine imkân vermekle birlikte, imparatorluğun sosyal dokusundaki aşınma daha da derinleşti. Batıyla uyumlanmak üzere yapılanlar, neoliberal küreselleşme çağında Üçüncü Dünya Ülkelerine önerilen- dayatılan yapısal uyum programlarının bir versiyonuydu. Osmanlı imparatorluğunda XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan muhalefet de rejimin bir iç muhalefeti olması itibariyle farklı bir zihinsel-entellektüel-politik paradigmayı veya perspektifi temsil etmiyordu. Yönetici elit katında kimsenin yeni ve farklı bir şey yapmak, Eski Rejimle hesaplaşmak, onu aşmak gibi bir sorunu yoktu. Bu tür kaygılara ve hedeflere onların zihinsel dünyasında yer yoktu... Bürokrasinin her çeşidi mutlaka tutucudur, bu durum onun sınıfsal yapısının [karekterinin densin] bir gereğidir. Bürokrasinin yegane kaygısı varolanı koruyup-sürdürmektir. Oysa sosyal süreç sürekli değişen, yenilenen, dinamik bir süreçtir. Yenilik denilen kurumsal düzenlemelere ve onlara eşlik eden söylemlere zihinsel, düşünsel, entellektüel bir devrim öncelik etmiyordu. Osmanlı egemen elitinin zihinsel dünyasında gelenekle hesaplaşmak diye bir şey söz konusu değildi. Böylesi koşullarda yenilikler Eski yapıya yama yapmak anlamına geliyordu. Oysa modernite radikal bir zihinsel-entellektüel devrimdi ve Eski Rejimi hedef almıştı. Eski Rejimin [ Ancién Régime] üç dayanağı olan prens [hükümdar], kilise [din] ve gelenek üçlüsüyle tarihsel bir hesaplaşmaydı. Osmanlı yenilikçileriyse [mütecedditler] Eski Rejimi yıkmak, ona cepheden savaş açmak bir yana, onu nasıl yaşatırız sorusuna cevap aramakla meşguldüler... Padişah’ın da, ona muhalif olduğu sanılanların da [ki, gerçek bir muhalefet söz konusu değildi, zaten mümkün de değildi] ortak kaygısı, kendi varlık nedenlerini, statülerini, her şeyleri olan kutsal devletlerini koruyup-yaşatmaktı. Yeniliklerin mimarı olan Osmanlı egemen eliti, politik bir felsefe ve aynı zamanda ekonomik bir doktrin olan liberalizmden de habersizdi. Bilindiği gibi politik bir felsefe olarak liberalizm insanı esas alan, insan özgürlüğüne vurgu yapan, insanların eşit ve özgür olduğunu, olması gerektiğini ilân eden bir düşünce akımıydı. Osmanlı İmparatorluğunda sadece pratik politika alanında değil, düşünsel-entellektüel, estetik alanda da yeni ve özgün bir muhalif akım hiçbir zaman ortaya çıkmadı... Dolayısıyla Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran ‘yenilikçiliğin’, ‘modernleşmenin’, modernleşmeye yapılan aşırı vurgunun mahiyeti ve misyonu hakkındaki yanılsama ve kafa karışıklığından kurtulmadan, rejimin niteliği ve yaşananların anlamına dair bilinç açıklığına ulaşmak mümkün değildir. Türkiye’nin tarihinde ve o tarihin hiçbir döneminde bir modernite devrimi ve aydınlanma söz konusu olmadı. Söylem [retorik] gerçeğin kendisi sanıldı. Bunun anlamı Eski Rejimden kopuşun hiçbir zaman gerçekleşmemesidir. Dolayısıyla Cumhuriyet aydınlanması denilen tam bir safsatadır ve bu dünyada reel bir karşılığı da yoktur. Bu kritik sorun gözden kaçtığı, dikkate alınmadığı sürece, bu yöndeki kafa karışıklığını aşmak da mümkün olmayacaktır. Türkiye’de modernleşme ve modernite kavramları arasındaki önemli fark hep gözden kaçtı. Kapitalistleşmenin sonuçları ve/veya kapitalist üretim tarzının işlerliği için gerekli kurumsal yapıların ve görüntülerin varlığı ve/veya kapitalist teknolojinin ürünlerine sahip olmak modernite değildir. Modernite zihinsel, düşünsel, entellektüel bir devrim, aydınlanma da uzun insanlık tarihinin en önemli kırılma anlarından biriydi. İnsanlığın önünü açan, perspektifi, devlet - toplum ilişkisinin yönünü ve mahiyetinin değiştiren bir devrimdi. Zira modernite, insanlar tarihlerini yaparlar, yapabilirler, yapmalıdırlar demekti. Elbette, teker teker bireyler olarak değil, örgütlü bir topluluk, sınıfsal, etnik bir zatiyet olarak, vb.... Orada devlet de dahil kutsallıklara yer yoktur. İnsanlık tarihinde moderniteyle birlikte ilk defa gerçek anlamda politika da ete kemiğe bürünmüş, gerçek bir anlam ve içerik kazanmıştır. Bilindiği gibi politika alternatiflerin imkân dahilinde olması demektir... Kimilerinin modernleşme, çağdaşlaşma, muasır medeniyet seviyesini yakalama, vb. dedikleri yenilikçiliğin modernite ve aydınlanmayla gerçek bir ilgisi hiçbir zaman söz konusu olmadı... Yegane kaygıları Eskiyi korumak, kutsal devleti yaşatmak olanların kullandıkları kimi ‘modern’ kavram ve söylemlerin anlamına ve işlevine dair yanılsamaya kapılmamak gerekir. Anlaşılabilir nedenlerden ötürü Osmanlı İmparatorluğunda devlet kutsanırdı. Devlet her şeydi... Boşuna devlet başa kuzgun leşe denmemiştir. Yenilikçilik dönemindeki Tanzimat, Islahat, Meşrutiyetler ve Cumhuriyet rejiminin süreklilik arzeden ortak misyonu, devleti kurtarmak, yaşatmak, güçlendirmekti... Dolayısıyla resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından yaratılan efsaneye itibar edilmezse, son tahlilde bir darbeyle ‘kurulan’ Cumhuriyet rejiminde de devlet, kutsal devlet olmaya devam etti. Bunun anlamı devlet-toplum ilişkisinin yönünün ve mahiyetinin değişmediğidir. 1945 sonrasında ‘çok partili sisteme’ geçildiğinde de durumda kayda değer bir değişiklik ortaya çıkmadı. Zira söz konusu olan tam bir muvazaa idi. 1820’li yıllardan beri yapılanlar gibi bir ‘yamaydı’. Buna rağmen merkez [ asıl devlet partisi densin] kitlelerin sürece sınırlı katılımını bile kendi statüsüne ve varlık nedenine bir tehdit saydığı için 27 Mayıs 1960’da bir darbeyle ‘durumu düzeltme’, raydan çıktığını düşündüğü aracı raya sokma girişiminde bulundu. Onu 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 darbeleri... izleyecekti. Türkiye’de geçerli rejim, oldum olası halkı, ayak takımını işe karıştırmamatemel yaklaşımına dayandı, dayanıyor. Ama halk işe karışıyor, karıştırılıyor izlenimi ve yanılsaması yaratmak üzere bir dizi ‘modern’ kurum, ‘kural’ mekanizma ve söylem devreye sokulmuş durumda... Türkiye’de teorik olarak modernitenin kurum ve mekanizmaları gibi görünen şeyler aslında varlık nedenlerinin ve normal misyonlarının tersini gerçekleştirmenin hizmetindedir... Bu durum, Türkiye’de siyasetin önünün kapalı olması demektir. Başta 12 Eylül askerî darbesi olmak üzere, 29 Ekim 1923 deki Cumhuriyet darbesi de dahil tüm darbeler ve darbelerle oluşturulan kurumsal-ideolojik-hukukî çerçevenin asıl işlevi siyasetin önünü kapatmaktır. Bu terslik anlaşılıp, aşılmadan şeylerin yerli yerine oturması mümkün değildir. Böyle bir rejimin moderniteyle, aydınlanmayla ilgisi tartışılıp netleştirmeyi gerektirmiyor mu? Devlet kutsal devlet olarak kaldıkça, devlet-toplum ilişkisinin yönü ve mahiyeti değişmedikçe, hiçbir şeyin olması gerektiği olması da mümkün olmazdı ve olmadı. İşte bu yüzden rejimin niteliğini tartışabilmek hayâti önem taşıyor... Söylediklerimize açıklık getirmek için geriye doğru bir hatırlatma uygun olabilir. Tanzimat Fermanı [1839], Islahat Fermanı [1856], Birinci Meşrutiyet [1876] demokrasi güçlerinin, demokrasiye ve özgürlüğe ihtiyacı olan ezilen-sömürülen sınıfların ve/veya Eski Rejimi tasfiye edip kendi sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmek isteyen bir burjuva sınıfının marifeti değildi. Kadim Osmanlı egemen bürokratik elitinin eseriydi ve daha önce ifade ettiğimiz gibi, amaç yeni ve farklı bir şey yapmak, devlet/ toplum ilişkisinin yönünü ve mahiyetini sınırlı da olsa değiştirmek değildi. İlk modern parlamento sayılması gereken, Heyet-i âyan ve heyet-i meb’usan’dan oluşan Meşrutiyet Meclisi [1876] merkez dışı halk sınıflarının kazandığı bir mevzi değildi. Merkezî bürokrasinin manevra alanını genişletmek, emperyalizmle uyumlanmak üzere bizzat egemen merkez tarafından gündeme sokulmuştu. Bilindiği gibi, devletin konjonktürel bir ihtiyacına cevap vermek üzere açılan imparatorluk Meşrutiyet Meclisi, açıldıktan bir yıl kadar sonra [14 şubat 1877] yine devletin ihtiyacı gerekçesiyle kapatılacaktı. Aslında Türkiye’de meclis kapatma bir gelenektir ama asıl önemli olan böyle bir geleneğin neden yerleştiğine açıklık getirmektir... 1908'de İttihatçı harbesiyle Kanun-i Esâsî raftan indirildi, Meşrutiyet Meclisi yeniden açıldı ama 1913 sonrasında artık bir kıymet-i harbiyesi kalmamıştı. Milli Mücadele dönemindeki Büyük Millet Meclisi başlarda az-çok bir burjuva parlamentosu görüntüsü verse de, Mustafa Kemal’in iktidarını güçlendirdiği Saltanatın tasfiyesi sonrası dönemde artık ortada parlamento tanımına uygun bir şey kalmamıştı. Değişiklik devlet- toplum ilişkisiyle ilgili değil, yönetici bürokratik elitin ‘geleneksel’ kanadının tasfiye edilmesiyle ilgiliydi. Aslında Cumhuriyet rejimi halkı değil, devleti angaje eden bürokratik bir düzenlemeler bütününden, bir hükümet darbesinden [coup d‘état] ibaretti. Devlet- toplum yabancılaşması İmparatorluğun son dönemindekinden farklı değildi. Bilindiği gibi, imparatorluk mantığının bir gereği olarak, Osmanlı’da keskin bir devlet-halk yabancılaşması söz konusuydu. Cumhuriyet bu durumu değiştirmedi, durumun değişmesi için sosyal-entellektüel bir dönüşüm olması, kitlelerin sınırlı da olsa sosyal-politik sürece dahil olması, politikanın mümkün hâle gelmesi gerekirdi. Cumhuriyetle birlikte devlet-halk yabancılaşması kaldığı yerden devam etti ama bir farkla: ‘modern’ cumhuriyet rejimi halkı adam etmek istiyordu. Bir dizi ‘inkılap’ bu amaçla gündeme gelmişti... Bilindiği gibi halkı adam etme koloniyalizme özgü bir misyondur... Sanıyorum Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın tahribatına neden dikkat çektiğim açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Eğer realiteyi anlamak istiyorsak, resmi tarih ve resmi ideolojiden, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan, bir de zihnimizi esir alan ‘ölü bilgilerin’ tahribatından kurtulmamız gerekiyor. Eğer söz konusu tahribatlardan kurtulmayı başaramazsak, aradan otuz yıl geçmesine rağmen neden hâlâ 12 Eylül rejiminde yaşadığımızı bilince çıkarmak mümkün olmayacak...


Kadir Cangızbay, Komprador Rejimin Anatomisi, s. 65, Özgür Üniversite Kitaplığı 02, Genişletilmiş 2. Baskı. Ankara 2000.

remuziddin-i alem testi

Olmaz, ya; şöyle sorayım ! bu anayasa değişikliğininin aynısını CHP yapsaydı yine HAYIR diyecekmiydiniz ?
cevaplar:
a- yine HAYIR derdim = son derece tutarlı bir STATÜKOCUSUNUZ
b- o zaman EVET derdim = siz YAVŞAKSINIZ
c- farketmez, ben 12 Eylül anayasasından kurtulma çabasındayım, '' EVET '' derdim = abi sizi böyle bir teste tabi tuttuğum için ÖZÜR DİLERİM.

HOCAMIN GÜNLÜĞÜNDEN

Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar...



Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: “‘Ermeni sorunu’ Osmanlı İmparatorluğu dönemine [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahli söz konusu değildir demeye yanaşmıyor?”... Doğrusu başlarda bu tür sorular bana mantıklı geliyordu ve ‘aslında haklısınız, bugünkü rejimin inkâr yoluna gidip başına iş açması saçma... gibi cevaplarla geçiştirmeye çalışıyordum. İlerleyen yıllardaki yakın tarih okumalarım, dananın kuyruğunun hiç de tevâtür edildiği gibi olmadığını anlamamı sağladı. Rejim inkârda ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi, Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam ettiler... Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı. Biz yapmadık demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır. Bu, günlük hayatta da böyledir, yalan ancak yeni yalanlarla sürdürülebilir... Türkiye’yi yönetenler ilk yalanı söylediklerinde, söyledikleri yalan tarafından rehin alındılar ve aradan 95 yıl geçtiği halde ‘şark cephesinde yeni bir şey yok...’

Yalan, rejimin yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın devamı, inkarcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmi tarihçi ve resmi ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir. Üretilen yalan ne kadar büyükse o işi yapan tarihçi de o kadar büyük tarihçi sayılır ve yalanla beslenenler tarafından ödüllendirilir. Tarihçinin büyüklüğüyle yalanın büyüklüğü arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Bir seferinde bir tanıdığım bir tarihçiden söz ederken ‘o Türkiye’nin en büyük tarihçisidir‘ demişti, ben de ‘boyu mu? kilosu mu? yoksa ikiside mi büyük?..’ diye karşılık verdiğimde, şaşkın gözlerle yüzüme bakmıştı... Ona resmi tarihçinin büyüğüne-küçüğüne dair söylediklerimden de pek bir şey anlamamış gibiydi... Resmi tarihçi esas itibariyle iki şey yapmaya memur edilmiştir: Karartmak ve parlatmak, bu amaçla da toplumsal belleği yok etmek . Toplumsal belleğin yok edilmesi, işlenen insanlık suçlarının, katliamların, vb. hesabının sorulmasını engelleme işlevi görür. Resmi tarihçinin işi ‘şanlı bir geçmiş’ üretmektir. Geçmişin şanlı olabilmesi için kirli kısımlar ayıklanmalı, utanılacak ne varsa temizlenmelidir. Elbette şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmişin bugüne ve geleceğe uzanan bir işlevi de vardır: Şanlı geçmiş bugünün kötülüklerine katlanmayı da sağlar... Yaşanmış bir olayın hatırlanmasını, konuşulmasını, tartışılmasını engellemenin yollarından biri onu tabulaştırmaktır. Bilindiği gibi tabu: yasaklanarak korunan anlamındadır. TC’nin egemenleri ayıbı örtmenin bir yolu saydıkları için Ermeni sorununu tabulaştırıp, ona dokunulmazlık kazandırdılar. Onca yıl yalanda ısrar ettiler ama bilmedikleri bir şey vardı: bu dünyada yalanı ebed-müddet sürdürmek mümkün değildir. Boşuna ‘gerçek inatçıdır’ denmemiştir... Yalan ve inkârda yüzyıllık ısrar, şimdilerde artık sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Gerçi geçen süre insan yaşamı söz konusu olduğunda uzundur ama toplum yaşamı, insanlık tarihi söz konusu olduğunda sadece küçük bir parantezdir.

Elbette sorun sadece Türkiye’yi, Türkleri, Ermenileri angaje etmiyordu, uluslararası siyasetin de odağında yer alıyordu ve başka türlü olması mümkün değildi. Türkiye’nin yalanı ve inkârı sürdürebilmesi, emperyalist devletlerin dahli olmadan mümkün değildi. Emperyalist güçler Ermeni sorununun Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu biliyorlardı ve onu her dönemde politik-ekonomik-jeopolitik-jeostratejik çıkarları için kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. T.C. rejiminin suç ortağı olmak onlar için son derece kârlı bir şeydi. TC’nin yalanı sürdürmekteki kararlılığı ve yalan tarafından rehin alınmışlığı, emperyalist odakların şantaj yeteneğini artırdı. Dolayısıyla ve maalesef ‘Ermeni sorunu’ iki tarafın ikiyüzlülüğünün kesişme noktasında bir sorun olarak kalmaya devam etti, ediyor. Her yılın 24 Nisan öncesinde ABD Kongresinde Ermeni şantajı gündeme geliyor ve TC’den ‘doyurucu’ tavizler koparılınca dosya bir yıllığına kapatılıyor ve bu utanç verici oyun kaldığı yerden devam ediyor. Ermeni halkının yaşadığı trajedi, çekilen acılar birileri tarafından paraya çevriliyor. Emperyalist İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların, vb. Ermeni halkının kaderiyle başka türlü ilgilenmeleri mümkün olabilir miydi?

Maaşlı yalancılar sadece resmi tarihçiler değil...
Türkiye’de tarihi tahrif etmeye, yalan üretmeye memur edilmiş tarihçilere, ‘uzmanlara’, ‘sosyal bilimcilere’, vb. ödenen maaş, emperyalist dünyadaki, özellikle de ABD’deki yalancılara ödenenin yanında devede kulak kalır. Her yıl yalanı sürdürmek için ABD’li ‘büyük tarihçilere’, lobicilere, politikacılara, anlı-şanlı senatörlere, medya mensuplarına, vb. TC’nin bütçesinden milyonlarca dolar ödeniyor. Bazı tahminlere göre sadece ABD’deki lobicilere ödenen paranın bazı yıllar 15 milyon doları aştığı tahmin ediliyor. Bu saçmalık nasıl açıklanabilir? Nasıl gerekçelendirilebilir ve nasıl savunulabilir? Yoksul halktan alınan vergilerle ‘uygar dünya’nın zengin yalancılarını ‘beslemenin’ etik-mantıkî-insânî bir açıklaması mümkün müdür? Bu, Türkiye’nin ‘ulusal çıkarı’ için mi yapılıyor? Eğer öyleyse bir şeyin ‘ulusal çıkar’ olduğuna kim neye göre karar veriyor ve bu dünya’da ‘ulusal çıkar’, ‘milli menfaat’ diye bir şey mümkün müdür? Bir devlet kendi yalanını sürdürmeyi emekçi halktan aldığı vergilerle finanse ettiğinde, bu hangi gerekçeye dayandırılabilir?

Şantaj-karşı şantaj diyalektiği
ABD ya da ‘hür dünyanın’ uygarlık timsali emperyalist devletlerden biri Türkiye’ye silah ya da başka bir şey satmak ve/veya Türkiye’de bir ihale kotarmak, jeopolitik-jeostratejik amaçları için Türkiye’yi kullanmak için politikacıları ve medyayı harekete geçirerek, Ermeni kozunu oynuyor. Ermeni tasarısı Senatonun, Temsilciler Meclisinin, parlamentoların gündemine alınıyor ve bir pazarlıktır başlıyor. Türkiye’de Dışişleri, TBMM, Hükümet teyakkûz durumuna geçiyor. Irkçı-milliyetçi hezeyanları kabartmak üzere hemen devlet medyası harekete geçiriliyor. Tasarının geri çekilmesi için Milletvekilleri seferber oluyor. Şantajcılar istediklerini alıyor ve dosya ‘şimdilik’ kapatılıyor... Eğer karar çıkarsa Türkiye güya misilleme yapıyor ‘kozlarını’ oynuyor, kararın alındığı ülkenin mallarına göstermelik bir boykot hamlesi yapılıyor, ihalelerin iptal edileceği söyleniyor. Bu sefer çokuluslu şirketlerin karşı-şantajı gündeme geliyor: “Eğer boykot devam ederse sermayemizi geri çekeriz, ekonominiz çöker...” tehdidi... ‘Ekonominin gereği’ denilenin bir gereği olarak boykot daha başlamadan bitiyor. Böylece Türk Milleti tepkisiz kalmamış, ‘ulusal onur’ korunmuş, milli duygular kabarmış oluyor... ABD Temsilciler Meclisinde oynanan son sirk oyunu, kepazeliği bir kere daha ortaya koydu. ABD silah tekelleri tasarıya karşı çıktılar. Bizim hükümet de ‘dikkat edin sizden 8 milyar dolarlık silah alıyoruz’ dedi... Aslında emperyalist devletlerle TC arasında adı konmamış zımnî bir anlaşma geçerli. TC için yalanı sürdürmek bir başarı sayılıyor ve yalanın sürdürülmesi gerekiyor. Emperyalist ülkeler de TC’nin egemenlerine: “yalanın üstünü örtmene bir şartla evet derim: ‘bana şunu- şunu vereceksin ve şunu- şunu yapacaksın” diyor. Kapitalist-emperyalist çıkarlar Ermeni sorununu pazarlık konusu yaparak ve paraya çevirerek yol alıyor ve bazı naif insanlar da sorunların çözümünü onlardan bekliyor! Oysa sorun doğrudan insanlık vicdanını angaje ediyor. Ermeni sorununun kaynağında baştan beri emperyalist çıkarlar yatıyor... Aksi halde bunca zamandır üstünü örtmek mümkün olmazdı... Yapılması gereken, birbirini besleyen bu iki ikiyüzlülüğü teşhir etmektir.

Gerçekle yüzleşmenin gerekliliği
XX’inci yüzyılın başında, özellikle de 1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçı siyasetçiler yaptı. İttihatçılar yaptı ve bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti ve katliamcıların suç ortağı oldu... İttihatçıların işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri aklamak anlamına gelir. Onun için şeyleri adıyla çağırmak, yerli yerine koymak, yalandan uzak durmak gerekiyor. Biz İttihatçı katillerin suçuna asla ortak olmak istemeyiz, bu toplumun insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı insanlık vicdanında mahkûm olmak istemezler. Sadece bu neden bile tarihimizle neden yüzleşmek zorunda olduğumuzu göstermeye yeter... O halde yapılması gereken şey zor değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir. Son dönemde politikacılar ve devlet ricalinin yükseklerindekiler; ‘bu iş tarihçilere bırakılsın’ demeye başladılar. Her halde ‘kendi’ resmi tarihçilerine güveniyorlardır... kimbilir. Anadolu denilen toprakların tüm Hıristiyan halklardan [Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, vb...] temizlendiği ortadayken, hâlâ tarihçilerin söyleyecek sözü var mıdır dersiniz? Zira durum tarihçilere, hele hele ‘resmi tarihçilere’, ‘konunun uzmanlarına’ bırakılmayacak kadar önemli olduğuna göre...


Bkz: “Neden Resmi Tarih?” içinde Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı.


http://www.ozguruniversite.org/baskaya_doksanbes_yalan.php

HOCAMIN GÜNLÜĞÜNDEN

CHP, ‘Sosyal Demokrasi’ ve Yanılsama...

Deniz Baykal’ın bir komployla parti genel başkanlığından uzaklaştırılması [herhalde başka türlü değiştirilmesi mümkün olmadığı için olacak], ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi, medya tarafından nerdeyse Türkiye’nin politik yaşamında bir dönüm noktası, ‘müthiş bir olay’ olarak sunuldu, sunuluyor. Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin sekiz yıllık iktidarı döneminde gözü kara uyguladığı neoliberal politikalardan muzdarip emekçi kitlelerin gözünde de bir umut haline geldiği anlaşılıyor. Başka hiç bir şey değişmeden sadece parti genel başkanının değişmesi, bir partiye ‘umut bağlamak’ için yeterli bir neden olabilir mi? Şüphesiz lider ve liderlik önemsiz değildir ama lider hiç bir zaman boşlukta durmaz. Liderin gücü ve yapabileceklerinin sınırı, dayandığı sosyal sınıflar ve güç odakları tarafından belirlenir. Genel bir çerçevede durum böyledir ama CHP gibi bir parti söz konusuysa, durumun nüanse edilmesi gerekir zira CHP bilinen siyasi partilere pek benzemez. O herhangi bir siyasi parti değildir… CHP daha devletin adı Cumhuriyet olarak değiştirilmeden önce kurulmuş bir partidir. Doğrudan devlet tarafından ve devletin başı olan Mustafa Kemal tarafından kurulmuştur. Bir devlet partisidir veya aynı anlama gelmek üzere parti devlettir. Devletle bütünleşmiş, onunla iç içe geçmiş, devletin bir parçası haline gelmiş bir örgüttür. Dolayısıyla CHP kavramın bilinen anlamında burjuva partilerinden farklıdır. Bu onun az ya da çok her zaman iktidarda olması demektir. Türkiye’de seçimle gelen siyasi partilerin neden hükümet oldukları halde bir türlü iktidar olamadıklarının cevabı da burada saklıdır. Lâkin şimdilerde bu durum değişiyor, rant bölüşümünde artık biz de varız diyenler tarafından, bürokratik iktidar tehdit ediliyor... Netice itibariyle taraflardan hiç birinin demokrasi diye bir kaygısı yok zaten olması da mümkün değildir.

Kılıçdaroğlu parti kongresinde yaptığı konuşmada, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk üzerinde durdu. İşsizlik ve yoksullukla mücadele edeceklerini söyledi. Öteki siyasi parti liderleri farklı bir şey mi söylüyor? Hepsi her zaman bunları söyler ama işsizlik ve yoksulluk artmaya, sefalet derinleşmeye, doğal çevre bozulmaya, yaşam kalitesi kötüleşmeye devam eder. Ve başka türlü olması mümkün değildir. Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin kalkınma yolunda nasıl hızla ilerlediği, nasıl büyüme rekorları kırdığı da birilerinin dilinden hiç düşmez... Her zaman tüm siyasi partiler tarafından yapılan bu tür vaatler seyirciyi oyalamak içindir... Acaba Kılıçdaroğlu öteki siyasi partilerin söylediğinden farklı bir şey söyleseydi, söylediğinin bir karşılığı olabilir ve bu umutlanmak için bir neden olabilir miydi? Kılıçdaroğlu işsizlik, yoksulluk, sosyal adaletsizlikten söz ediyor da, kapitalizmi, emperyalizmi, sömürüyü, neoliberalizmi hiç ağzına almıyor... Belli ki, o da kapitalizmi ‘insanlığın’ normal hâli’ sayıyor. 2010 yılında kapitalizmi sorun etmeyen, neoliberalizmi dert etmeyen bir parti hangi sorunu çözebilir? Mesela Kılıçdaroğlu: “içinde bulunduğumuz sefil durumun gerisinde 30 yıldır uygulanan neoliberal politikalar var, biz ülkeyi bu beladan kurtaracağız, herşeyi baştan aşağı değiştireceğiz, ülkemizi yerli-yabancı sermayenin sömürü, yağma ve talan alanı olmaktan çıkaracağız, insanların kaderini asla piyasa ekonomisine teslim etmeyeceğiz, son 20-30 yılda özelleştirilen kamu hizmetlerini yeniden gerçek birer kamu hizmetine dönüştüreceğiz, bunları bir kâr ve kazanç metaı olmaktan çıkaracağız, küresel ve yerli sermayenin çıkarına oluşturulmuş mevzuatı baştan sona değiştireceğiz, derhal emperyalist bir askeri pakt olan NATO’dan çekileceğiz, seksen yıllık Kürt sorununu çözeceğiz, bunun için ne gerekiyorsa yapacağız, ilk iş olarak düşünce özgürlüğünün önündeki engelleri ortadan kaldıracağız, ve halen düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde bulunan yazar ve gazete yöneticilerini oradan çıkaracağız, önümüzdeki hafta bu toplumu ‘taş atan çocuklar’ ayıbından kurtarmak üzere girişimler başlatacağız, ülkemizin beşeri ve doğal kaynaklarını bu ülkenin insanlarının refahı için kullanacağız...” deseydi, bunları söylediği akşam televizyonların ve ertesi gün gazetelerin görüntüsü nasıl olurdu? Kılıçdaroğlu hâlâ bir umut olarak sunulur muydu? Mesela ‘bu adam çıldırmış olmalı’ ya da ‘ne dediğini bilmiyor’, ‘sanki hayal dünyasında’, ‘bu da nerden çıktı...’ gibi manşetler atılır mıydı? Köşe yazarları neler yazardı dersiniz? CHP’nin yeni genel başkanı bunları söyleyemez, söyleyecek olsa başkan yapılmaz. Her şeye rağmen söylerse de koltuğundan olur. Elbette Kılıçdaroğlu, seçim barajını düşürmek ve mayınlı arazileri topraksız ve az topraklı köylülere dağıtmak gibi iyi şeyler de söyledi ama asıl söylenmesi gerekeni söylemedi, söyleyemezdi...

CHP hakkındaki tevatürlerden biri de onun sosyal demokrat bir parti olduğudur. Aslında CHP’nin o tarakta bezi yok. Varlığını demokrasi yokluğuna borçlu bir partinin gerçekten demokrasi diye bir sorunu olabilir mi? Sosyalliğe gelince CHP’nin solla tanışması 1960’lı yılların ortalarına rastlar. 1962 de Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, 1963 yılında Mehmet Ali Aybar’ın genel başkan seçilmesiyle TİP hızla ezilen ve sömürülen sınıfların gözünde bir umut ve çekim merkezi haline gelmişti. TİP’in güçlenmesi demek, CHP’nin TİP lehine oy kaybetmesi demekti. TİP’in önünü kesmek ve tabandaki kaymayı durdurmak için CHP genel başkanı İsmet İnönü ‘ Biz ortanın solundayız‘ dedi ve Bülent Ecevit’le birlikte de CHP’nin sosyal demokratlığı ön plana çıkarıldı. CHP’nin ‘sola kaymasının’ asıl nedeni solun önünü kesmekti. Lideri bir şey söyledi diye bir parti değişmeyeceği gibi, lideri değişince de fazla bir şey değişmez. Fakat sorun sadece CHP ve onun sosyal demokratlığını angaje etmiyor, bizzat sosyal demokrasiyle ilgili de önemli bir sorun var. Zira, bir edeb-i kelâm ile ‘çağdaş sosyal demokrasi’ denilen çoktan sizlere ömür. Bilindiği gibi Batı Avrupa’da ve bazı başka ‘gelişmiş ülkelerde’ İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında refah devleti, kayırıcı devlet, sosyal devlet denilen rejimler söz konusuydu ve orada geçerli rejimlere genel bir tanım olarak ‘sosyal demokrasi’ deniyordu. Fakat oralardaki sosyal demokrasiler, parti lideri öyle istiyor diye sosyal demokrat olmamışlardı. Söz konusu rejimlerin sahneye çıkması, doğrudan sınıfsal güç dengelerinin bir sonucuydu. Güç dengesi emekçi sınıflardan yana dönmüştü. Bunu da gerisinde merkezde yükselen işçi sınıfı mücadelesi, sömürge halklarının anti- koloniyalist mücadelesi ve sosyalist denilen blok’un varlığıydı. Böylesi bir güçler dengesi söz konusuyken, sermaye ödünler vermek zorunda kalmıştı. İşte refah devletinin kazanımları böylesi bir güçler dengesinin sonucunda mümkün olmuştu. Gerçi ‘komünist tehdit’ denilen emperyalist burjuvaziyi telaşlandırıyordu ama asıl tehdit tevatür edildiği gibi Sovyetler Birliği değildi, nitekim Stalinist Sovyetler birliği çoktan batı kapitalizmi için bir tehdit olmaktan çıkmıştı... Asıl tehdit bizzat kendi ülkelerindeki işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin dayatmasıydı. Mesela Fransa’da faşizme karşı direniş ve FKP olmasaydı, bir dizi sosyal kazanım, dolayısıyla ‘sosyal devlet’ de söz konusu olmazdı.

Emperyalist savaş sonrasında ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine olan güç dengesi, kapitalizmin yeniden yapısal krize girdiği 1974-75 den itibaren aşınmaya uğradı ve 1980 yılında neoliberal saldırının zaferiyle bütünüyle tersine döndü. Artık sermaye sınıfı sağlam yere basıyordu ve yeni ödünler vermeye zorlanmak şurada dursun, önceki dönemde kaybettiği mevzileri geri almak için saldırıya geçmişti... Neoliberalizmin zaferi sosyal demokrasinin de sonu oldu. Giderek adı ne olursa olsun, - sosyalist -sosyal demokrat- işçi partisi, vb. Avrupa’daki sağ ve sol partiler arasındaki ayrım silikleşti. Sol partiler şimdilerde liberal sol partilere dönüşmüş durumdalar. Buna kavramın kendisindeki çelişki [contradiction dans le terme] deniyor. Hem ekonomik planda liberal hem de sol olunamayacağına göre... Bunun anlamı, bu partilerin artık kapitalizme bir itirazlarının olmaması, dolayısıyla da hiç bir alternatif projelerinin olmaması demektir. Bir kere neoliberalizmin mektebine kaydolunca, geriye ‘en iyi öğrenci’ olma yarışına katılmak kalıyordu... Artık neoliberal küreselleşmeyi sonuna kadar destekliyorlar. Komünist partiler de hızla aşınıp aynı trene atlamayı bir çıkış yolu olarak görüyorlar ki, bu artık Avrupa solu diye de bir şeyin olmadığı anlamına geliyor. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine itirazları yok, sermayenin önünün sonuna kadar açılmasını refahın güvencesi olarak görüyorlar, NATO’nun daha da güçlenmesinden ve ‘etkinlik alanını’ genişletmesinden yanalar, ABD’nin ‘önleyici savaş’ doktrinini destekliyorlar... Durum böyleyken hâlâ sosyal demokrasiden söz etmenin bir karşılığı ve kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bir kıymet-i harbiyesi yok ama herhalde ‘çağdaş sosyal demokrasi’ birilerinin kulağına hoş geliyor... Küresel planda güç dengeleri sermayeden yana dönmüşken, hâlâ sosyal demokrasi şarkıları söylemek beyhudedir ama bunun Türkiye gibi bir ülkede söylenmesi tuhaflığı daha da büyütüyor. Politika boşlukta yapılmaz. Ve eskide çözüm aramak beyhudedir. Türkiye emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkedir ve merkezi taklit etmek hem mümkün değildir, hem de arzulanır bir şey olmaması gerekir. Üstelik ortada taklit edilecek bir şey de yok iken... Emekçi sınıflar lehine kazanımlar elde etmenin, mevziler kazanmanın yegane yolu mücadeleden geçer. Mücadele olmadan güç dengeleri lehe çevrilemez. Dolayısıyla 2010’lu yıllarda Türkiye’de sosyal demokrasiyi mümkün ve arzulanır bir şey olarak sunma zorlaması tam bir illüzyondur.

Neoliberal küreselleşme çağında siyasi partiler artık külliyen işlevsizleşmiş durumdalar. Asıl misyonları sermayenin önünü açmak üzere kitleleri aldatıp- oyalamak... Hiç birinin artık ‘ben daha iyiyim’ diyecek morali yok, ancak ‘ben daha az kötüyüm’ diyebilirler... Zira yapabilecekleri şey belli... O zaman da aralarındaki fark bir üslûp farkından öteye geçemiyor... İşte seçim mistifikasyonu böyle sefil bir oyunun oynanmasından ibaret. Türkiye’deki düzen partileri arasında ‘ben özelleştirmelere karşıyım’, ‘insanların kaderi piyasa ekonomisinin işleyişine bırakılamaz...’ diyeni var mı? Piyasa sizin yakınınızdaki semt pazarı değil, yakında iflas edecek olan mahalle bakkalı da değil, insanlığın kaderini elinde tutan, ne var ne yoksa sömüren, yağmalayan küresel sermaye ve onun gerisindeki küresel oligarşi... Küresel oligarşinin arkasında da küresel plütokrasi var... Düzen partilerinin hepsi piyasacı, hepsi özelleştirmeci, hepsi sermayenin büyümesiyle refahın artacağını, sorunların çözüleceğini söylüyor... Milyoner ve milyarder sayısının artmasını ‘kalkınma’ olarak sunuyorlar. Yeni bir milyoner yarattıklarında kaç kaç on bin yoksul yarattıklarını bilmezler... Bilselerdi bir şey değişir miydi? Burjuva politikasının kuralı her aşamada düzen partilerinden birini allayıp-pullayıp öne çıkarmaktır... Sekiz yıllık dönemde AKP kendinden bekleneni başarıyla yaptığına göre, artık başka ata oynama zamanı gelmiş olmalı... Yeni bir illüzyon yaratmak için yeni bir umut yaratmaları gerekiyor. Şimdilik yeni illüzyonun adı CHP gibi görünüyor. Oysa insanların illüzyondan kurtulmaya ihtiyaçları var... CHP ister tek başına isterse bir koalisyon hükümeti kursun, unutmayın asıl iktidar her zamanki gibi yağma ve talan cephesi, velhasıl sermaye olmaya devam edecek... Başka türlü olabilir mi? Bir koşulda başka türlü olması mümkün: Paradigmayı değiştirmek...

http://www.ozguruniversite.org/baskaya_chp.php

HOCAMIN GÜNLÜĞÜNDEN

Doksanbeş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar...

Yurt dışında yaptığım konferanslarda ve özel görüşmelerde şöyle bir soruyla karşılaştığım olurdu: “‘Ermeni sorunu’ Osmanlı İmparatorluğu dönemine [1915] ait bir sorun olduğuna ve Cumhuriyetle Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edildiğine göre, Cumhuriyet Rejimi neden 1915’deki katliamı inkâr ederek başına iş açıyor? Bu talihsiz olay bizim yıktığımız ‘Eski Rejim’ zamanında olmuştur ve Cumhuriyet rejiminin bu işte bir dahli söz konusu değildir demeye yanaşmıyor?”... Doğrusu başlarda bu tür sorular bana mantıklı geliyordu ve ‘aslında haklısınız, bugünkü rejimin inkâr yoluna gidip başına iş açması saçma... gibi cevaplarla geçiştirmeye çalışıyordum. İlerleyen yıllardaki yakın tarih okumalarım, dananın kuyruğunun hiç de tevâtür edildiği gibi olmadığını anlamamı sağladı. Rejim inkârda ısrar ediyordu çünkü 1923’de ‘Eski Rejimden’ bir kopuş söz konusu değildi, Cumhuriyet yeni bir şey değildi, söz konusu olan eni-sonu bir hükümet darbesiydi [coup d’état], 1915 katliamının failleri birkaç eksiği-fazlasıyla adı cumhuriyet olarak değiştirilen devletin üst düzey yöneticileri olmaya devam ettiler... Dolayısıyla, süreklilik yok sayılarak neden inkâr yoluna gittikleri ve inkârda ısrarcı oldukları anlaşılamazdı. Biz yapmadık demesi gerekenlerin biz yapmadık, öyle bir şey olmadı diyebilmeleri mümkün değildi. O zaman geriye inkâr yoluna gitmekten, yalan söylemekten başka yol kalmıyordu. Fakat bir kere yalan söylendi mi, ilk yalanı sürdürmek için yeni yalanlar söylemek kaçınılmazdır ve çelişik olarak yalan yalancıyı rehin alır. Bu, günlük hayatta da böyledir, yalan ancak yeni yalanlarla sürdürülebilir... Türkiye’yi yönetenler ilk yalanı söylediklerinde, söyledikleri yalan tarafından rehin alındılar ve aradan 95 yıl geçtiği halde ‘şark cephesinde yeni bir şey yok...’ Yalan, rejimin yalanıysa ve toplum yaşamını angaje ediyorsa, yalanın sürdürülmesi, inkârın devamı, inkarcıların ve yalancıların seferber edilmesini gerektirir. İşte resmi tarihçi ve resmi ideoloji üreticisi tam da bu iş için gereklidir ve asıl misyonu ve varlık nedeni yalan üretmek ve üretilen yalanı büyütmektir. Üretilen yalan ne kadar büyükse o işi yapan tarihçi de o kadar büyük tarihçi sayılır ve yalanla beslenenler tarafından ödüllendirilir. Tarihçinin büyüklüğüyle yalanın büyüklüğü arasında doğru yönde bir ilişki vardır. Bir seferinde bir tanıdığım bir tarihçiden söz ederken ‘o Türkiye’nin en büyük tarihçisidir‘ demişti, ben de ‘boyu mu? kilosu mu? yoksa ikiside mi büyük?..’ diye karşılık verdiğimde, şaşkın gözlerle yüzüme bakmıştı... Ona resmi tarihçinin büyüğüne-küçüğüne dair söylediklerimden de pek bir şey anlamamış gibiydi... Resmi tarihçi esas itibariyle iki şey yapmaya memur edilmiştir: Karartmak ve parlatmak, bu amaçla da toplumsal belleği yok etmek . Toplumsal belleğin yok edilmesi, işlenen insanlık suçlarının, katliamların, vb. hesabının sorulmasını engelleme işlevi görür. Resmi tarihçinin işi ‘şanlı bir geçmiş’ üretmektir. Geçmişin şanlı olabilmesi için kirli kısımlar ayıklanmalı, utanılacak ne varsa temizlenmelidir. Elbette şanlı bir geçmiş kurgusuyla amaçlanan sadece gurur duyulacak bir geçmiş yaratmak değildir. Şanlı geçmişin bugüne ve geleceğe uzanan bir işlevi de vardır: Şanlı geçmiş bugünün kötülüklerine katlanmayı da sağlar... Yaşanmış bir olayın hatırlanmasını, konuşulmasını, tartışılmasını engellemenin yollarından biri onu tabulaştırmaktır. Bilindiği gibi tabu: yasaklanarak korunan anlamındadır. TC’nin egemenleri ayıbı örtmenin bir yolu saydıkları için Ermeni sorununu tabulaştırıp, ona dokunulmazlık kazandırdılar. Onca yıl yalanda ısrar ettiler ama bilmedikleri bir şey vardı: bu dünyada yalanı ebed-müddet sürdürmek mümkün değildir. Boşuna ‘gerçek inatçıdır’ denmemiştir... Yalan ve inkârda yüzyıllık ısrar, şimdilerde artık sürdürülebilir olmaktan çıkıyor. Gerçi geçen süre insan yaşamı söz konusu olduğunda uzundur ama toplum yaşamı, insanlık tarihi söz konusu olduğunda sadece küçük bir parantezdir. Elbette sorun sadece Türkiye’yi, Türkleri, Ermenileri angaje etmiyordu, uluslararası siyasetin de odağında yer alıyordu ve başka türlü olması mümkün değildi. Türkiye’nin yalanı ve inkârı sürdürebilmesi, emperyalist devletlerin dahli olmadan mümkün değildi. Emperyalist güçler Ermeni sorununun Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu biliyorlardı ve onu her dönemde politik-ekonomik-jeopolitik-jeostratejik çıkarları için kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. T.C. rejiminin suç ortağı olmak onlar için son derece kârlı bir şeydi. TC’nin yalanı sürdürmekteki kararlılığı ve yalan tarafından rehin alınmışlığı, emperyalist odakların şantaj yeteneğini artırdı. Dolayısıyla ve maalesef ‘Ermeni sorunu’ iki tarafın ikiyüzlülüğünün kesişme noktasında bir sorun olarak kalmaya devam etti, ediyor. Her yılın 24 Nisan öncesinde ABD Kongresinde Ermeni şantajı gündeme geliyor ve TC’den ‘doyurucu’ tavizler koparılınca dosya bir yıllığına kapatılıyor ve bu utanç verici oyun kaldığı yerden devam ediyor. Ermeni halkının yaşadığı trajedi, çekilen acılar birileri tarafından paraya çevriliyor. Emperyalist İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların, vb. Ermeni halkının kaderiyle başka türlü ilgilenmeleri mümkün olabilir miydi? Maaşlı yalancılar sadece resmi tarihçiler değil...Türkiye’de tarihi tahrif etmeye, yalan üretmeye memur edilmiş tarihçilere, ‘uzmanlara’, ‘sosyal bilimcilere’, vb. ödenen maaş, emperyalist dünyadaki, özellikle de ABD’deki yalancılara ödenenin yanında devede kulak kalır. Her yıl yalanı sürdürmek için ABD’li ‘büyük tarihçilere’, lobicilere, politikacılara, anlı-şanlı senatörlere, medya mensuplarına, vb. TC’nin bütçesinden milyonlarca dolar ödeniyor. Bazı tahminlere göre sadece ABD’deki lobicilere ödenen paranın bazı yıllar 15 milyon doları aştığı tahmin ediliyor. Bu saçmalık nasıl açıklanabilir? Nasıl gerekçelendirilebilir ve nasıl savunulabilir? Yoksul halktan alınan vergilerle ‘uygar dünya’nın zengin yalancılarını ‘beslemenin’ etik-mantıkî-insânî bir açıklaması mümkün müdür? Bu, Türkiye’nin ‘ulusal çıkarı’ için mi yapılıyor? Eğer öyleyse bir şeyin ‘ulusal çıkar’ olduğuna kim neye göre karar veriyor ve bu dünya’da ‘ulusal çıkar’, ‘milli menfaat’ diye bir şey mümkün müdür? Bir devlet kendi yalanını sürdürmeyi emekçi halktan aldığı vergilerle finanse ettiğinde, bu hangi gerekçeye dayandırılabilir? Şantaj-karşı şantaj diyalektiği ABD ya da ‘hür dünyanın’ uygarlık timsali emperyalist devletlerden biri Türkiye’ye silah ya da başka bir şey satmak ve/veya Türkiye’de bir ihale kotarmak, jeopolitik-jeostratejik amaçları için Türkiye’yi kullanmak için politikacıları ve medyayı harekete geçirerek, Ermeni kozunu oynuyor. Ermeni tasarısı Senatonun, Temsilciler Meclisinin, parlamentoların gündemine alınıyor ve bir pazarlıktır başlıyor. Türkiye’de Dışişleri, TBMM, Hükümet teyakkûz durumuna geçiyor. Irkçı-milliyetçi hezeyanları kabartmak üzere hemen devlet medyası harekete geçiriliyor. Tasarının geri çekilmesi için Milletvekilleri seferber oluyor. Şantajcılar istediklerini alıyor ve dosya ‘şimdilik’ kapatılıyor... Eğer karar çıkarsa Türkiye güya misilleme yapıyor ‘kozlarını’ oynuyor, kararın alındığı ülkenin mallarına göstermelik bir boykot hamlesi yapılıyor, ihalelerin iptal edileceği söyleniyor. Bu sefer çokuluslu şirketlerin karşı-şantajı gündeme geliyor: “Eğer boykot devam ederse sermayemizi geri çekeriz, ekonominiz çöker...” tehdidi... ‘Ekonominin gereği’ denilenin bir gereği olarak boykot daha başlamadan bitiyor. Böylece Türk Milleti tepkisiz kalmamış, ‘ulusal onur’ korunmuş, milli duygular kabarmış oluyor... ABD Temsilciler Meclisinde oynanan son sirk oyunu, kepazeliği bir kere daha ortaya koydu. ABD silah tekelleri tasarıya karşı çıktılar. Bizim hükümet de ‘dikkat edin sizden 8 milyar dolarlık silah alıyoruz’ dedi... Aslında emperyalist devletlerle TC arasında adı konmamış zımnî bir anlaşma geçerli. TC için yalanı sürdürmek bir başarı sayılıyor ve yalanın sürdürülmesi gerekiyor. Emperyalist ülkeler de TC’nin egemenlerine: “yalanın üstünü örtmene bir şartla evet derim: ‘bana şunu- şunu vereceksin ve şunu- şunu yapacaksın” diyor. Kapitalist-emperyalist çıkarlar Ermeni sorununu pazarlık konusu yaparak ve paraya çevirerek yol alıyor ve bazı naif insanlar da sorunların çözümünü onlardan bekliyor! Oysa sorun doğrudan insanlık vicdanını angaje ediyor. Ermeni sorununun kaynağında baştan beri emperyalist çıkarlar yatıyor... Aksi halde bunca zamandır üstünü örtmek mümkün olmazdı... Yapılması gereken, birbirini besleyen bu iki ikiyüzlülüğü teşhir etmektir.Gerçekle yüzleşmenin gerekliliğiXX’inci yüzyılın başında, özellikle de 1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçı siyasetçiler yaptı. İttihatçılar yaptı ve bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti ve katliamcıların suç ortağı oldu... İttihatçıların işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri aklamak anlamına gelir. Onun için şeyleri adıyla çağırmak, yerli yerine koymak, yalandan uzak durmak gerekiyor. Biz İttihatçı katillerin suçuna asla ortak olmak istemeyiz, bu toplumun insanları işlemedikleri bir suçtan dolayı insanlık vicdanında mahkûm olmak istemezler. Sadece bu neden bile tarihimizle neden yüzleşmek zorunda olduğumuzu göstermeye yeter... O halde yapılması gereken şey zor değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir. Son dönemde politikacılar ve devlet ricalinin yükseklerindekiler; ‘bu iş tarihçilere bırakılsın’ demeye başladılar. Her halde ‘kendi’ resmi tarihçilerine güveniyorlardır... kimbilir. Anadolu denilen toprakların tüm Hıristiyan halklardan [Ermeniler, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler, vb...] temizlendiği ortadayken, hâlâ tarihçilerin söyleyecek sözü var mıdır dersiniz? Zira durum tarihçilere, hele hele ‘resmi tarihçilere’, ‘konunun uzmanlarına’ bırakılmayacak kadar önemli olduğuna göre...
Bkz: “Neden Resmi Tarih?” içinde Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Kitaplığı.
http://www.ozguruniversite.org/baskaya_doksanbes_yalan.php