25 Ocak 2011 Salı

İlgili yazılar için bağlantı:

http://www.kontrgerilla.com/

Selek'i Melek, Doğan'ı Serçe yaptılar!

Selek'i Melek, Doğan'ı Serçe yaptılar!
2011 Ergenekon tutukluları için çok kötü başladı. Ergenekon sanıklarından tutukluluk süreleri 4 yılı dolduracak olanlar, yeni düzenlemeye göre tahliye edilmeyi bekliyordu. Ancak anayasal suçlarda tutukluluk süresinin 10 yıla çıkarılabilmesine Yargıtay da onay verince bu hesap tutmadı. Davaları yargıtayda onay bekleyen ve 10 yıllık tutukluluk süresini tamamlamış Hizbullah, PKK gibi terör örgütü tutukluları grup grup tahliye edilirken, tahliye edilmeyi bekleyen Ergenekon tutuklularının 6 sene daha cezaevinde kalabileceklerinin ortaya çıkması bu çevrelerde tam anlamıyla şok etkisi yaptı. Hizbullah ve PKK tutuklularının serbest bırakılmasını eleştiren bu çevreler, Ergenekon tutuklularının ise derhal tahliye edilmesini talep ediyorlar. Oysa durum çok farklı. Yeni Akit gazetesi yazarı Hasan Karakaya bu çelişkiye dikkat çektiği köşe yazısında, çarpıcı örnekler vererek Ergenekon medyasını çifte standart uygulamakla suçluyor.

Son günlerde, bunun “yansıma”larını çok daha sık görüyoruz... Mesela, “tahliye” olaylarında, herkes “durduğu yer”e göre görüş beyan ediyor!.. Tahliyelere “hukuk penceresi”nden bakanlar, tahliyeleri “gayet normal” bulurken, “Ergenekon penceresi”nden bakanlar, “tahliyelere ateş püskürüyor!” Mesela, kartel medyası, mesela CHP Genel Başkanı Bay Kemal Kılıçdaroğlu, diyorlar ki; “CMK’nın tutukluluk sürelerini yeniden düzenleyen 102. Madde gereği yapılan tahliyeler, kamuoyunda, tartışılıyor... Kamuoyu vicdanını rahatsız eden tahliyeler bunlar... Tutuksuz, içerde olup hala yargının karşısına çıkmayan, aylardır, yıllardır yargının karşısına çıkmayanlar var iken, öbür taraftan yine davaların sonuçlanmaması, üstelik ölümle, cinayetle suçlanan pek çok davada da kişilerin serbest bırakılması kamu vicdanını rahatsız ediyor.” Bay Kılıçdaroğlu, ve “kartel medyası”nın kastettikleri, “PKK ve Hizbullah sanıklarının tahliyesi”dir!.. Demek istedikleri ise şudur: “Hizbullah sanıkları tahliye edilirken, Ergenekoncular niye tahliye edilmiyor?”

2004'te yasa çıktığında Ergenekon mu vardı? • Oysa, Yargıtay 9. Ceza Dairesi bir karar almış, o kararda demiş ki; “Örgütlü suçlarda tutukluluk süresi 10 yılı geçemez.” Yargıtay 1. Ceza Dairesi de bir karar alıp, demiş ki; “Ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde, tutukluluk süresi en çok 2 yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde, gerekçesi gösterilerek toplam 3 yıl uzatılabilir.” Yani, süre “en fazla 5 yıl”dır!.. O halde, tartışılan ne?.. Öncelikle, şunu belirtelim: Yargıtay’ın verdiği bu karar, “1 Ocak 2011 günü yürürlüğe giren yasa”ya açıklık getirmek içindir... Çünkü, o gün yürürlüğe giren yasadan “Ergenekon sanıkları”nın yararlanıp yararlanamayacakları tartışılıyordu. Yargıtay da, bu tartışmalar üzerine “son nokta”yı koyup, dedi ki; “Örgütlü suçlarda tutukluluk süresi en fazla 10 yıl, bireysel suçlarda en fazla 5 yıl olabilir... Bu süreyi dolduranlar tahliye edilmelidir!” Tahliyeler, bu karar üzerine başladı. Tabii, tartışmalar da!.. Bremen Mızıkacıları, hep bir ağızdan ve en yüksek perdeden bağırmaya başladı: “PKK ve Hizbullah sanıkları tahliye edilirken, Ergenekon sanıkları niye içeride tutuluyor?” Bunlara sormak lazım; “CMK’nın 102. maddesi ne zaman düzenlendi?.. Bu yasa, 6 yıl önce, yani 2004’te çıktığında, ortada Ergenekon mu vardı?”

Hizbullah terörist, Ergenekon melek! • Şunu da sormak lazım; “Sizler, nasıl çifte standartlı insanlarsınız ki; bir yanda tutukluluk sürelerinin uzunluğundan yakınıyorsunuz, bir yandan da 10 yıldır tutuklu bulunan insanların tahliye edilmelerine karşı çıkıyorsunuz?” Bu ne perhiz, bu ne turşu?.. Hem, “Ergenekon sanıkları hala içeride” diyorsunuz, hem de “10 yıldır içeride” olan insanların tahliye edilmesine karşı çıkıyorsunuz?!.. Bir “çifte standart” değil mi bu?.. Bu, “ikiyüzlülük” değil mi?.. Nerede kaldı Anayasa’nın 10. maddesi?.. Nerede kaldı, “Yasalar önünde herkes eşittir, kimseye imtiyaz tanınamaz” cümlesi?.. Hem “hukuka saygı” diye bir yerlerinizi yırtıyorsunuz, hem de “hukuka tecavüz edilsin” istiyorsunuz!.. Siz, nesiniz Allah aşkına?.. Siz ne biçim “mahluk”larsınız ki; Hizbullah’ı “öcü” gibi gösterip, Ergenekon sanıklarını neredeyse “melek” ilan ediyorsunuz! Adamlar “tahliye” edildiler diye “beraat” etmediler ki!.. Hala “sanık”lar!.. Ergenekoncular da, “tutuklu” diye, “suçlu” demek değil ki!.. Onlar da “sanık!” Sizin yaptığınız; “Sanığa göre” ahkam esmek!.. Sizin gözünüzde, “PKK veya Hizbullah sanıkları” birer “katil”dir, “canavar”dır ama “Ergenekon sanıkları birer melek”tir!.. Sanki o “darbe planları”nı Ergenekon sanıkları değil de, babam yaptı!.. Sanki o “faili meçhul”leri ve “asit kuyuları”nı Ergenekoncular değil de, ben yaptım!

Pınar Selek mi Melek? • “Hizbullah kelek, Ergenekon melek” öyle mi?.. Gerçi, ben kime laf anlatmaya çalışıyorum ki?.. Bu “kartel medyası” değil miydi; 1998’de Mısır Çarşısı’na “bomba” koyup “7 kişinin ölmesi”ne ve “127 kişinin yaralanması”na yol açan Pınar Selek adlı kadını masum bir “melek” diye kakalayan?.. Yargı, “kesin hüküm” verip; “Bombayı Pınar Selek koydu” derken; “Hayır; Pınar Selek bir melek” diyen bu medya değil miydi?.. Sorarlar adama; Pınar Selek, madem “suçsuz”dur, madem “melek”tir, o halde niye kaçtı yurt dışına?.. Niye “adil yargılama”yı kabul etmedi?. Yargıya göre, Pınar Selek; bir “sosyolog” değil, “psikopat bir katil”dir, azılı bir “terörist”tir!.. Eğer “yargı kararları”nı tartışacaksak, buyrun tartışalım... Ne yani yargı; PKK veya Hizbullah konusunda “doğru” karar verdiyse, Pınar Selek veya Ergenekon konusunda “yanlış” karar mı vermiştir?.. Ya da, tam tersi!. Bırakın artık, şu çifte standardı!.. Bırakın artık; “Benim teröristim bir melektir” demeyi!.. Bırakın da, “kimin ne olduğuna” yargı karar versin!.. Hem “yargıya saygı”dan dem vuracaksınız, hem de “işinize gelmeyen kararlar”da yargıya yükleneceksiniz!.. Nerede bu yoğurdun bolluğu?.. Dürüst olun, dürüst!.. Vazgeçin “önyargı”larınızdan!.. Sizin “melek”(!)lerinizin nasıl birer “şeytan” olduğunu gayet iyi biliriz biz!.. Bir kadın; çarşıya “bomba” koyacak, “7 kişinin ölmesine, 127 kişinin yaralanmasına” yolaçacak ve siz gözlerini kan bürümüş böyle bir teröriste “melek” diyeceksiniz, öyle mi?.. Yemezler!..

Doğan oldu Serçe! • Sizlerin, nasıl “alicengiz oyunları” oynadığınızı, nasıl “psikolojik savaş taktiği” uyguladığınızı da gayet iyi biliriz biz!.. Sizler değil misiniz; “Camileri bombalamayı, gazetecileri tutuklamayı, Ege üzerinde savaş uçağımızı düşürmeyi” ve sonrasında “Hükümet’i yıkmayı” planladığı iddiasıyla yargılanan Balyoz sanığı Çetin Doğan’ı, bir “serçe” gibi masum göstermeye çalışan?. Ohh, ne ala memleket... Katil Selek, bir “melek!” Doğan da bir “serçe!” Suyundan da koy!.. Sizler değil misiniz; Çetin Doğan’ın kızı Pınar Doğan ve Yahudi damadı Dani Rodrik’e sayfalarınızı ve ekranlarınızı açıp da, “yürüyen bir dava” için ahkam kestirten?.. Sizler değil misiniz; Pınar Doğan ve Dani Rodrik’e kucak açmanın, “Yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu” olduğunu bile bile; onların, “Balyoz Davası imal edilmiş belgelerle yürütülüyor” demelerine fırsat veren?.. Hani “yargı bağımsız”dı, hani “herkes yargıya saygı göstermeli” ve hani, hiç kimse “yargıyı etkilemeye teşebbüs etmemeli”ydi?.. Peki, sizin şu yaptığınız nedir?.. “Çetin Doğan’ın kızı”nı ve “Yahudi damadı”nı manşetlerinize ve ekranlarınıza çıkarıp, “belgelerin imalat ürünü” olduğuna dair ahkam kestirmeniz, “yargılamayı etkilemeye teşebbüs” ve “yargıya yargısız infaz” değil midir?.. Sizler de gayet iyi biliyorsunuz ki; İddianamedeki belgelerin hiçbiri “imal edilmiş” değildir... Hepsi “gerçek”tir!.. Ki, bu belgelerin “gerçek”liği, hem “TÜBİTAK” hem emniyet ve hem de “bilirkişi raporları” ile tescil edilmiş, “Balyoz CD’leri”nde işlem yapan isimlerin “el ürünü” işlemleri ne zaman yaptıkları tek tek ortaya konulmuştur!.. Buna rağmen, Çetin Doğan’ın “suçlu” olduğunu iddia ediyor değiliz... Ama o, bir “sanık”tır!.. “Suçlu” olup olmadığına elbette “mahkeme” karar verecektir!.. Ama, Pınar Selek’i masum bir “melek” olarak, Çetin Doğan’ı da “serçe” olarak gören kartel; “medya mahkemesi”ni çoktan kurmuş ve “karar”ını çoktan vermiş olmalı ki; “Balyoz” konusunda “hipnoz” yapıp, halkı aldatıyor!.. Hem de, her zaman ve sürekli yaptığı gibi!.. En başta dedik ya; Kim, “nerede” duruyorsa, hangi “fikir ve ideoloji”ye sahipse, olaylara da “o pencere”den bakar!.. Dolayısıyla, “Ergenekon avukatları”ndan; kalkıp da “tahliye”lere “olumlu” bakmaları beklenemez!.. Öyle ya; “Benim teröristim iyidir!” Ötekiler tu kaka!.. Ben, severim böyle “kafa”yı!.. (Hasan Karakaya / Yeni Akit)

10 yıllık tutukluluk süresi tartışmalarıyla ilgili manşetlerimiz

Ergenekon çevreleri '10 yıl' şokuna girdi | Ergenekon sanıklarına yeni yıl şoku | Ergenekon sanıklarına şok: Tutukluluk 10 yıla uzayabilir

Yargı medya elele, Hizbullah üzerinden derin oyuna

Yargı medya elele, Hizbullah üzerinden derin oyuna
Yargıtay'ın önce salıverdiği şimdi de yakalama kararı çıkarttığı skandalda Milliyet bugün nasıl hedef saptırdı? Asıl sorumlu Yargı iken fatura nasıl polise kesilmek istendi? Medyanın günlerdir sadece Hizbullah'ı ön plan çıkartması ve diğer tahliye edilenlerden bahsetmemesi çok dikkat çekiyor. Hizbullah'a odaklanmamızın tek bir sebebi var. Çünkü dinci bir örgütle muhafazakar bir hükümet arasında ilişki kurmak daha kolay. Candaş medya bunu çok iyi bildiği için Hizbullah'ı konuşuyoruz. Oysa Yargıtay, PKK ve onun yanında MLKP gibi sol terör örgütlerinden de tutukluları salıverdi. Yargıtay'ın neden olduğu tahliyeler Ergenekon medyasının canhıraş gayretiyle hükümet aleyhine çevrilmeye çalışılıyor. Ancak Cihaner davası ile Başbakanın, kendi dosyasının 24 saatte nasıl Yargıtay’a geldiğini hatırlatması örneklerinde olduğu gibi yargıtayın duruma göre jet hızında çalıştığının kamuoyunda çok iyi farkedilmiş olması tüm bu gayretleri boşa çıkarıyor. Hizbullah'ı derin amaçlarla geçmişte kullananlar onu bir kez daha sahneye sürdüler. Seçim öncesindeki tahliyelerin anlamı çok 'derin'..

Davaları 10 yılda sonuçlandırılmayan 21 Hizbullahçı, 2004’ten beri ertelenen kanunun devreye girmesiyle tutuklu bulundukları cezaevinden salıverildi. Hizbullah’ın vahşi cinayetleri hala hafızalarda kazılıyken örgüt yöneticilerinin cezaevi çıkışında davullu zurnalı karşılanması herkesi ayağa kaldırdı. Yargıtay Başkanı 10 yıldır karara bağlanmayan dosyaların kendilerine yeni geldiğini, PTT’nin tebligatlara 1 ay sınırı koyduğunu ve bu yüzden dosyaların görüşülmesinin kanunun çıkmasından sonraya bırakıldığını savundu. İlhan Cihaner davasında nasıl olup da 1 hafta içinde Yargıtay’ın yargılamayı sonuçlandırdığını bütün Türkiye bilmese, Yargıtay Başkanının açıklamaları ikna edici olabilirdi. Üstelik Başbakan da dün yaptığı açıklamada kendi dosyasının 24 saatte nasıl Yargıtay’a geldiğini hatırlattı. Bir başka garabet de yargı sempozyumlarında Adalet Bakanı'na Hükümete diklenme gücünü bulan Yüksek Yargının, PTT’ye söz geçirememesiydi. Yargıtay Başkanı sıradan bir vatandaşın bile APS yoluyla Türkiye’nin bir ucuna istediği iletiyi ulaştırdığını da herhalde bilmiyor.

“Akılsız başın cezasını ayaklar çeker” • Fatura ağır olunca onun kesileceği bir adres bulmak gerekiyor. Yargıtay başkanı dün bir sempozyumda “üstümüze geliniyor” konuşması yaptı. Zaten bu işin faturası baştan beri Hükümete kesilmek isteniyordu. Oy uğruna çıkarılan ve pişman olmadığı besbelli katiller, soyguncular ve hırsızlarla vatandaşı karşı karşıya bırakan “Rahşan affından bile beter” söylemi faturaya adres bulmak için candaş medyanın attığı gol olarak not edildi. Çünkü candaş medya zaten ne Yargıtay'ın İlhan Cihaner davasını alelacele ve hukuk tarihinde ilk kez fotokopi üstünde karar vermesini görmüştü ne de bir Yargıtay üyesinin organize suçun temyizi ile ilgili “bozma mı istiyorsun onama mı” ses kaydını.

İşte Kontrgerilla medyası bu • Milliyet Gazetesi bugün “Kaçırdınız bari yakalayın” manşetiyle çıktı üstelik kaçacaklar diye uyarmıştık demeyi de ihmal etmedi. Ortada bir gariplik var. Milliyet tereyağından kıl çeker gibi Yargıtay'ı tartışmanın dışına itiyor ve akılsız başın cezasını polise çektiriyor. Milliyet'in görmek istemediği ve Yargıtay'a sorulmayan nokta şu: Yargıtay bu kişileri suçsuz bulmadı, dosyalarına bakmadığı için salıverdi. Yani 21 Hizbullahçı suçlarına dair bir pişmanlık falan da göstermiş değiller. (Zaten “ne pişmanlığı” açıklaması da yaptılar) Dolayısıyla salıverilmeleri yasal bir zorunluluk haline getirilmiş ama bu onların iyi huylu ve iyi niyetli oldukları için dışarda oldukları anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla Yargıtay 9. Dairesi ve Yargıtay Başsavcılığı tıpkı dün toplanıp bu kişilerin aranması için karar çıkardığı gibi salıverilmeleriyle birlikte bu kişilerin izlenmesi için de bir karar vermeliydi. Çünkü malum, Doğu Perinçek ve Osman Paksüt örneklerinde gördük. Kişilerin izlenmesi için mahkeme kararı gerekiyor. Polis ve Jandarma kolluk ve onun adli amiri de savcı. Burada dosya Yargıtay'da ise bunu gereğini yapacak yer de Yargıtay Başsavcılığı.

Milliyetin “kaçırdınız bari yakalayın” manşetinde aslında daha “pis koku” veren başka bir gerçekse şu: Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman’ın “Hizbullah diye bir şey yok onlar kendilerini savunan Müslüman vatandaşlar” dediği dönemlerde polis Hizbullah’ı Yargıtay'ın salıverdiği cezaevine tıkmak için 283 çatışma ve operasyona girdi ve aralarında Diyarbakır Emniyet Müdürünün de bulunduğu 41 şehit verdi, 72 gazi çıkardı. Bu çatışmaların 185’i AK Parti hükümeti döneminde. Soruyu doğru sormak ve asıl sorumlusuna yöneltmek için yeterli değil mi?

Yüksek Yargı : Bir Zihniyet Bloku • Eski HSYK’da Ergenekon savcı ve hakimleri hakkında sürgün ataması girişimlerini, Adalet Bakanı’nın da bu girişime karşı tek başına yürüyen davanın müdahalesiz devam etmesi için çabaladığını hatırlıyoruz. O günlerde yüksek yargı neden böyle sorusu en çok akla gelen sorulardandı. Tartışmalarda hep birlikte şunu öğrendik. Yüksek yargı böyle çürük öyle bir sistem kurulmuş ki, yüksek yargı aynı zihniyetin kalesi olmanın dışına çıkamaz. Açalım: Sistem şöyle işliyordu: Yargıtay ve Danıştay HSYK’yı seçiyor. Bu seçimde her koltuk için 3 aday gösteriliyor. Bunlardan 1 kişiyi Cumhurbaşkanı HSYK’ya atıyordu. Ama herkesin beklentisinin tersine 3 aday aldıkları oy çokluğuna göre seçilmiyor. Herbir koltuk için yeniden seçim yapılıyordu. Bunun anlamı şu; Yargıtayda galip zihniyet ne ise onun dediği oluyor. Cumhurbaşkanını önüne kağıt üstünde 3 farklı aday gidiyor ama aslında 3’ü de Yargıtay’daki galip görüşe tabi. Benzeri durum bu kez Yargıtay ve Danıştay’a üye seçiminde sözkonusu. Biraz önce HSYK üyelerini tek tek belirleyen zihniyet, bu kez HSYK eliyle Yargıtay ve Danıştay’a seçilen üyeleri aynı mekanizmayla belirliyor.

Kanadoğlu: Bunların gitmesi için kriz lazım yeter ki bunlar gitsin • Bunu hatırlatmanın ne anlamı var. Ne demek istiyoruz? Bunun manası şu: Yüksek yargı yekpare bir zihniyetin ürünü ve bu zihniyetin hükümeti krize sokmak için neyi göze alabileceğini hatırlayalım. Ergenekon hakim ve savcılarına yüksek yargının kafayı takması bir kenara, Ergenekon dinlemelerinde ortaya çıkan Sabih Kanadoğlu örneğinde Yüksek Yargı zihniyetini anlamaya çalışalım. Sabih Kanadoğlu, Yargıtay üyeleriyle toplanıp Hükümeti çukura düşürmeye yönelik kanun taslakları üzerinde çalışırken ne diyordu; “Bunların gitmesi için kriz lazım yeter ki bunlar gitsin... Gerekirse ekonomik kriz bile çıksın Gerekirse ben soğan ekmek yemeğe razıyım”. Ayın zihniyetin şimdi Yargıtay'da egemen olduğunu düşününce, 12 Eylül referandumunda mağlup olduğunu düşünen yüksek yargının yenilmiş pehlivan acısıyla ihmal ettiği dosyalardan ağır bir fatura çıkarmaya çalıştığı akla geliyor. Sabih Kanadoğlu yüksek yargının Türkiyeye nasıl baktığının en güzel örneklerinden birisi. Zaten bu iyice anlaşılsın diye Yargıtayın Onursal Başsavcısı ünvanı da verilmiş kendisine.

Hizbullah Dışarda, Ya Diğerleri • Dikkatlerimiz tamamen Hizbullahın üzerinde. Neden? Domuz bağı.. diyecek olanlar domuz bağı gömüleri bilinmeyen/bulunmayan terör örgütlerinin insanlarımızı daha makul biçimde öldürdüklerini mi düşünüyor. Bu yüzden onlardan sözetmeye gerek duymuyorlar mı? Aslında Hizbullaha odaklanmamızın tek bir sebebi var. Çünkü dinci bir örgütle muhafazakar bir hükümet arasında ilişki kurmak daha kolay. Candaş medya bunu çok iyi bildiği için Hizbullahı konuşuyoruz. Oysa Yargıtay, PKK ve onun yanında MLKP gibi sol terör örgütlerinden de tutukluları salıverdi. İstanbul’da otobüste yakılarak ölen insanımızın, para çekmeye gittiğinde bankamatikte bombalanan insanımızın candaş medya açısından pek bir kıymeti yok heralde. Daha önce Ahmet Necdet Sezer’in doktor raporuyla affettiği sol teröristler, cezaevinden çıkıp yine askerle polisle çatışmaya girmiş ve bazıları bu kez ölü ele geçirilmişti ama candaş medya bunları görmemişti. Candaş medyaya bakılırsa ölünüzün kıymetinin olması için dinci bir örgüt tarafından öldürülmesi gerekiyor. Devrimci teröristlerin cinayetleri heralde “devrime katkı sağlıyor” diye düşünüldüğü için candaş medyada bir karşılık bulmuyor.

Yargıtay’ın Garip İşleri Hep “Derin”di • Yargıtay’ın salıvermeleri hep derin ve ilginçti. Hatırlayalım: Alaaddin Çakıcı'nın, 26 Mart 2000 tarihinde, Karagümrükspor Lokali'nin basılmasıyla ilgili İstanbul 1 No'lu DGM'ce verilen toplam 5 yıllık mahkûmiyet kararıyla ilgili davayı, Yargıtay'da 7 Nisan günü sonuçlandırdı. Yargıtay 1. Ceza Dairesi, Çakıcı'nın ‘Çıkar Amaçlı Suç Örgütü Kurmak ve Yönetmek'ten verilen 3 yıl 4 aylık hapis cezasını onadı. Yargıtay kararının 3 Mayıs günü kesinleşmesi üzerine, 5 Mayıs pazar günü İzmir'den Antalya'ya geçti. Antalya'dan Yunan Adaları üzerinden İtalya'ya kaçtı. bütün Türkiye şok oldu.

Ama bu garip kaçışın arka palın netleşince Yüksek Yargıda işlerin nasıl yürüğü ortaya çıktı. Çünkü; Alaattin Çakıcı’nın yurtdışına kaçış sürecini, Bodrumlu müteahhit Hakkı Süha Şen’in 26 Nisan 2004 günü, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya ile yaptığı görüşmenin ardından açtığı telefon başlattı. Şen hem Yargıtay başkanına bir villa yapıyordu. O dönemin iddialarına görev villayı da Çakıcı yaptırıyordu. Şen’in Başkan’dan aldığı haber kötüydü: 15 kişinin yaralandığı Karagümrük Spor Kulübü Lokali’nin taranması davasında Yargıtay’dan Çakıcı’nın umduğu tashihi karar çıkmadı. (Herhalde Hamdi Yaver Aktan’a ait olduğu belirtilen ses kaydındaki gibi ilişkiler o zamanlara kadar gidiyor) Dosya sonuçlandı, karar postaya verilmeden Çakıcı gerekli her bilgiyi öğrenmişti. Hakkı Süha Şen, Yargıtay Başkanı Özkaya ile konuştuktan hemen sonra Alaattin Çakıcı’yı aradı, tedbirini almasını söyledi. Çakıcı, bir hafta sonra 3 Mayıs günü MİT’çi kaşif Kozinoğlu’nun sahte pasaport ve aracılık desteğiyle yurtdışına çıktı. O’nu yakalayan polis o zaman da derin biçimde kaçırılan Çakıcıyı yeniden üstelik yurtdışında yakalamak zorunda kaldı. Polis Çakıcı’yı 14 Temmuz 2004 akşamı Avusturya'nın Graz şehrinde eski MİT görevlisi Faik Meral'a ait yeşil pasaport ile yakaladı.

Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu ise soruşturmaya gerek yok kararıyla Özkaya’yı rahatlattı. Mahkeme kararıyla dinlenen kişinin karşısındakinin suç kanıtı olan sözlerinin hukuk diliyle suçüstü olarak kabul edilmesi beklenirken hukuken geçerli sayılmayacağına dair sürpriz Yargıtay İçtihadı da Özkaya’nın hatırına bu olayın ardından apar topar alındı.

Seçim öncesindeki tahliyelerin anlamı 'derin' • Yargıtay’ın böyle pek çok derin hamleleri mevcut. Hizbullahçıların tam da seçime gittiğimiz bir süreçte bırakılmaları da böyle bir durum. Sözkonusu kişiler 10 yıldır tutuklu olarak cezaevindeler. Yerel mahkeme bunlara müebbet hapis cezası vermiş. Temyiz aşamasında Yargıtay salıverdi. Müebbet yatacağı belli olan bir teröristin salıverildiğinde geri dönmesi akla mantığa sığar mı? Kaçacakları kesindi ve kaçtılar. Kırsal Bölgeye çıktıkları an polisin yetki alanı bitiyor ve bulunma ihtimalleri sıfırlanıyor. MLKP, DHKP-C ve PKK’lılar da salıverildi Yargı tarafından. Hizbullahçılarla beraber tekmili birden seçim öncesi göreve hazır. Yargıtay emriyle…. (Analiz / Aktifhaber)

Derin oyuna tepkiler • Kayıplara karışan 188 cinayetin faili 9 Hizbullahçı'nın tahliyesine uzmanlardan tepki geldi. Tahliyelerin yargının hükümete yönelik komplosu olduğunu söyleyen USAK Koordinatörü Laçiner, "Provokasyonlar hazırlanıyor" dedi. İstihbaratçı Orakoğlu ise, asıl hedefin 2011 seçimi olduğunu söyledi. Başbakan Erdoğan'ın Hizbullah sanıklarının tahliyeleriyle ilgili "Farklı bir organizasyon söz konusu" sözlerine stratejistlerden destek geldi. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurulu (USAK) Koordinatörü Doç. Dr. Sedat Laçiner, Hizbullahçılar'ın salıverilmesinin yargının hükümete yönelik bir komplosu olduğunu belirterek "O kadar suç işlemiş birinin salıverilmesi söz konusu olamaz" dedi.

Kontrolü çok zor • Hizbullah ve PKK üzerinden ciddi komplolar yapılmaya çalışıldığını söyleyen Laçiner, "Önümüzdeki günlerde Hizbullah'ı daha çok göreceğiz" dedi. Hizbullah'ın seçimlerde bağımsız vekillerle Meclis'e girmeyi planladığına dikkat çeken Laçiner, "Meclis'e girebilirlerse laiklik tartışmalarını başlatacak tarzda Cumhuriyet, Atatürk, Anayasa gibi konularda Meclis kürsüsünde provokasyon olarak değerlendirilebilecek hareketler yapacaklar" diye konuştu.

Güneydoğu'nun karışık bir yer olduğunu belirterek gelişmeleri Hizbullah'ın kendisinin de kontrol edemeyeceğini savunan Laçiner şöyle devam etti: "O kadar çok eğitimsiz ve radikal insanı bünyesinde bulunduruyor ki o kişilerin kontrolü çok zor. Bir iki kişinin yapacağı silahlı eylem veya provokatif hareketler, bütün Hizbullah'a kolayca mal edilebilir. Bütün örgütler istismara açıktır ama Hizbullah daha da bir açık. Çünkü yukarıda çok sert bir hiyerarşi söz konusu değil."

Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkanı Bülent Orakoğlu da Hizbullah tehlikesine dikkat çekti. Türkiye'de seçilmiş hükümetlerin 4 defa anti demokratik olarak görevden uzaklaştırıldığını hatırlatan Orakoğlu, gayri milli olan derin devletin, 8 yıldır iktidarda olan AK Parti'yi seçimlerde iktidardan düşürmeye çalıştığını kaydetti. Bugüne kadar derin devlete hizmet eden herkesin bir şekilde korunduğuna işaret eden Orakoğlu, en azı 5 cinayetle suçlanan sanıklann ortadan kaybolmasının manidar olduğunu söyledi. Orakoğlu, "Geçmişte Ağca'yı, hapisten kaçıranlar, şimdi böyle yapıyorlar" dedi. Tahliye ile hem ülkenin kanştırılmaya çalışıldığını hem de hükümetin suçlanmaya çalışıldığını vurgulayan Orakoğlu şöyle devam etti:

Derin devlet uzantısı • "Şimdi 'Mustafa Balbay içerideyken Hizbullahçılar bırakılıyor' diyorlar. Bu sayede Ergenekon operasyonlarını etkisizleştirmeye de çalışıyorlar. İkinci olarak da Kürt sorununun çözümü için başlatılan açılım süreci baltalanmak isteniyor. Burada bir operasyon varsa bunu yapan yargıyı yönetenler değil içindeki derin devlet uzantılarıdır. Güvenlik güçlerinin bunları salıverildiklerinden itibaren adım adım izlemesi gerekirdi. Ben olsam izlerdim. Seçimler öncesi ülkeyi kargaşaya götürme amaçlı faili meçhul cinayetlerde kullanılabilirler. Hizbullah'ın Beykoz'da eli geçirilen arşivinin mahkemeye gitmemiş olması da dikkat çekici."

Kim takip etmeliydi? • Polisin yasal olarak tahliye edilen kişiyi takip kişiyi takip etme zorunluluğu olmadığını belirten Bülent Orakoğlu, "Polise 'niçin takip etmedin' diye soramayız. Adli gözetimin de sorgulanması gerekir. İmzaya gitmeyenlere yaptırım nasıl olmalı? Kanunda tekrar tutuklama dışında bir yaptırım yok. Polis takip etmiş olsaydı ve şimdi yakalasaydı büyük bir kredi kazanırdı" dedi.

'Sorumlu uyarıları dikkate almayan Yargıtay'

Boğaziçi Avukatlar Derneği Başkanı Av. Bilal Çalışır: Uyarıya rağmen hiçbir şey yapılmaması zihinlerde soru işareti doğuruyor. Başbakan'ın dediği gibi "tahliyelerin ardında farklı şeyler aranması gerekir" şeklinde düşünmemek elde değil. Çünkü haklılık payı var. Konunun detaylıca araştırılması lazım. Hem zamanlama açısından bakıldığında özellikle yürütmeye yönelik yıpratma politikası olarak kullanılmaya çalışılıyor. Yargıtay bu insanları salıvermek için sanki bu maddeyi bekliyormuş gibi oldu.

Hukukçular Derneği Başkanı Av. Cahit Özkan: Yargımız maalesef iflas etmiştir. İleride daha değişik sorunlarla karşı karşıya kalacağız. 2005 yılında çıkan bu yasadan sonra Hizbullah sanıkları terhis gününü bekleyen askerler gibi 5-6 yıldır tahliye olacakları günü sayıyorlardır. Çıkmaları durumunda ne yapacaklarını çok önceden planladırlar. Ancak ilgili ceza dairesi durumu öngörüp doğru karar vermemiştir. Sanıkların işledikleri suç ortada. Çıktıktan sonra ıslah edildiklerini kimse iddia edemez.

Adalet ve Hukuk Derneği Başkanı Ayhan Gültekin: Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, dosyasının bir an önce karara bağlanması için Yargıtay'ı uyardı. Tahliye edilmelerinin Türkiye'de ciddi anlamda bir infial uyandıracağı bilinmesine rağmen dosyanın bir an önce sonuçlandırmaması düşündürücüdür. Yargı bile bile lades diyor. Yargıtay Başkanı "Çok biliyorlarsa gelsinler kendileri yapsınlar" diye bir beyanda bulunsa da oraya onları seçen kişiler bu problemleri çözsünler diye gönderdiler.

Demokrat Hukukçular Derneği Başkanı Av. Halil Doğan: Hükümet, çokça tenkit edilen tutukluluk sürelerini azaltılmasını sağlamak için yasa çıkarmıştı. Fakat yargı tutukluluk sürelerinde bir sınır yokmuş gibi işi ağırdan almış ve azami süre dolduğundan bu kaotik tablo ortaya çıkmıştır. Bu tablonun tekrarlanmaması için acilen hakim ve savcı açığı giderilmeli, istinaf mahkemeleri hızla kurulmalı, Yargıtay'ın birikmiş yükünü azaltmak için yeni tetkik hakimleri ve üyelerle daireler kurulmalı.

Türkiye Hukukçular Birliği Vakfı Başkanı Av. Sinan Kılıçkaya: Söz konusu kişiler 31 Aralıktan önce haklarındaki hüküm kararı verilmeliydi. Kendileri hakkında karar çıkmadığı için bu kişiler zaten tahliye olacaklarını biliyordu. Siyasi irade açısından herhangi bir sorumluluk yok. Neticede bu yasayı çıkardığında ileriye dönük uygulama süresi koydu hatta bir kez de süreyi uzatmıştı. Sorumlu yargılama süresinin bu kadar uzun olmasıdır. Bunun böyle olması Yargıya bir sorumluluk yüklüyor.

Türk: Yargıtay'ın hali perişan

Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk Yargıtay dairelerinin verdiği tahliye kararlarıyla ilgili "Dairelein farklı kararlar vermesi perişanlık ifade eden bir durumdur'' değerlendirmesinde bulundu. Türk, ''Yargının bugün geldiği nokta tek kelimeyle özetlenebilir perişanlık. Yargı perişan durumdadır. Özellikle son yaşanan olaylarda bu ortaya çıkmaktadır. Dairelerin farklı kararlar vermesi Yargıtay Başkanı'nın bir dairenin verdiği karardan haberdar olmaması son derece üzücü, perişanlık ifade eden bir durumdur'' diye konuştu.

10 yıllık tutukluluk süresi tartışmalarıyla ilgili manşetlerimiz

Hizbullah (Hizbulkontra) örgütüyle ilgili manşetlerimiz | Ergenekon ve Hizbullah bağlantıları

Yargıda Kontrgerilla örgütlenmesi | Kontrgerilla Medyası

Seçim ve anayasa Kontrgerilla için ölüm kalım meselesi | Ergenekon'da seçim hazırlığı: Mitingler tekrar devrede

Üniversite protestocuları Ergenekoncu çıktı | Seçime doğru av mevsimi başladı: AK Parti'yi avlayabilecekler mi?

2011, Kontrgerilla için 'Kıyamet' yılı mı?

2011, Kontrgerilla için 'Kıyamet' yılı mı?
Baykal'a Kaset - Bahçeli'ye Suikast Planı. Derin güçler Deniz Baykal'ı seks kasediyle alaşağı etti. Sıradaki ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye suikast düzenlenmesi... Hedefte 2011 genel seçimleri ve ardından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Haberleriyle Türkiye'yi sallayan ve kritik davaların açılmasına neden olan Taraf Muhabiri Mehmet Baransu, gizli kaynağına dayandırarak kaleme aldığı yazısında, önümüzdeki 6 aylık süreci 'çok kritik' olarak nitelendiriyor ve bu süreçte olacakları aktarıyor..

2011 planı Deniz Baykal'ın kasetinin servise konulmasıyla başladı... Baykal'ın gitmesi sonrası, beklenen finalde şapkadan tavşan çıkartıldı. Aday değilim diyen Kemal Kılıçdaroğlu, 24 saat sonra CHP Genel Başkanlığı'na adaylığını açıkladı. Özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye yönelik bir suikast yapılmasından endişe ediliyor... 2011 seçimlerine yönelik bu kaotik planlarının tamamen engellenmesi durumunda ise son koz olarak bir siyasetçinin sekreteriyle geçmiş döneme ait bir kasedinin sızdırılacağı düşünülüyor.

Taraf Muhabiri Mehmet Baransu gizli kaynağına dayandırarak kaleme aldığı yazısında önümüzdeki 6 aylık süreçte olacakları kaleme aldı.. İşte Baransu'nun 'topyekün savaş' diye nitelendirdiği süreç: Önümüzdeki altı aylık süreçte kamuoyunu meşgul edecek bir dizi eylem planı sahneye konulmaya çalışılıyor. Hedefte 2011 genel seçimleri ve ardından yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Plan aslında bilindik. Bu kez, "mutlak mağlubiyet" yaşanmaması için daha radikal eylemler hayata geçirilmek isteniyor. Planlara geçmeden önce, aktörlerinin daha önce düğmeye bastığı "tanıdık" bir olaya bakmak gerekiyor.

İlk adım Baykal'ın gönderilmesiydi • 2011 planıyla ilgili düğmeye Deniz Baykal'ın kasetinin servise konulmasıyla basıldı. Doğan Grubu'na anket yapan bir isim, yaptığı altı anket sonucunda Baykallı CHP'nin seçimlerde şansı olmadığı sonucunu elde etti. Anket bilgileri, CHP içinde Baykal'a yakın görünen "derin CHP'liler" ve "sivil olmayan bazı isimler"le de paylaşılmıştı. Anketlerde Kemal Kılıçdaroğlu'nun Genel Başkanlığı da vatandaşa sorulmuş, Kılıçdaroğlu'yla CHP- MHP koalisyonu ve referandumda "hayır" çıkabileceği cevabı çıkmıştı. Anketlerde çıkan bu sonuçlar o günlerde Ankara'nın karargâhlarında masaya yatırıldı. Medya patronları ve bazı işadamları sık sık Ankara'yı ziyaret etti. Sonuçlar üzerinde günlerce tartışıldı, analizler yapıldı. Sonunda da düğmeye basılmasına karar verildi. Kaset servise konuldu.

İkinci adım: Aday değilim diyen Kılıçdaroğlu koltuğa oturur • Planın bir bölümünü ilk fark eden isim, arkasından hançerlenen Baykal oldu. Genel Başkan, okyanus ötesinin samimiyetine inandığını canlı yayında tüm Türkiye'ye ilan etti. Baykal komployu kimin kurmadığını anlamış ama kimin kurduğunu anlayamamıştı. Yanı başında duran Brütüsleri görememişti. Baykal'ın gitmesi sonrası, beklenen finalde şapkadan tavşan çıkartıldı. Aday değilim diyen Kemal Kılıçdaroğlu, 24 saat sonra CHP Genel Başkanlığı'na adaylığını açıkladı. Ankara planı devreye sokmuş ancak referandum sonucu istediği gibi olmamıştı. Yaşanan tam bir hayalkırıklığıydı. Ankara uzun süre bu şoku üzerinden atamadı. Ta ki Fenerbahçe'nin emekli sakinleri devreye girene kadar. Yeni bir plan için eldeki tüm kartlar açıldı. Tekrar güven tazelendi.

Fenerbahçe'nin emekli sakinleri devreye giriyor • "Referandum savaşı" kaybedilmişti ama "mutlak mağlubiyet" yaşanmaması için 2011 seçimlerini kesinlikle kazanmak gerekiyordu. Süreçle ilgili bir dizi bilindik karar alındı. CHP-MHP koalisyonunun kurulması için bazı stratejik planlamalar yapılacaktı. Yalnız şu vardı, parti tabanları bu koalisyona sıcak bakmadığı için bu plan kamuoyuna deşifre edilmeyecekti. Bu arada beklenmeyen bir şey oldu. Gürsel Tekin planı açık etti. Bu hesaplanmayan durum Fenerbahçe'yi sıkıntıya sokmuştu. Planı açık eden Tekin, kendi partisi dâhil aktörler tarafından tu kaka edildi.

Seçim öncesi ürkütücü plan • Planın daha ürkütücü kısımları da vardı. Yakın bir zamanda, özellikle mart ayıyla birlikte Hizbullah, radikal İslami gruplar ve 28 Şubat'ın figüran aktörleri sahnedeki yerlerini alacak. Güneydoğu ise hareketli günlere gebe. Dağlıca türü "şike baskınlarla" eylem yapılıp, şehit sayıları hiç de azımsanmayacak boyutta olacak. Cenaze törenlerinde tıpkı daha önce olduğu gibi yüksek yoğunluklu protesto gösterileri düzenlenecek. Böylelikle baraj sınırındaki MHP'nin oyları yukarıya çekilecek. Hizbullah'la çatışmalar yaşanması da olasılıklar arasında. Hükümet katilleri dışarı bırakmakla suçlanacak. Bunun arka planı geçtiğimiz günlerde yaşanan gelişmelerle kuruldu bile.

Öcalan üzerinden yapılacak propaganda hazır • İmralı üzerinden yapılacak propaganda ise şimdiden hazır. Özerklik talebi, federasyon gibi hükümetin kabul etmeyeceği talepler üzerinden bölgedeki tansiyon arttırılacak. Olayların kontrolden çıkması sağlanarak, OHAL ortamı tekrar inşa edilmeye çalışılacak. Tüm bu sürecin ardından, üniversite gençliğinin ve özellikle de MHP tabanının sokaklara inmesi sağlanmaya çalışılacak. Yaşanacak çatışma ortamı, kontrol dışı güçleri devreye sokacak. "Topyekûn savaş" için medya da bu süreçte aktif rol üstlenecek. Ankara'nın derin kodlarını bilen bir haber kaynağım, manşetlerin şimdiden hazır olduğunu söylüyor. Daha önce vergi borcu nedeniyle medya varlıklarını elden çıkarmaya karar veren Aydın Doğan, bu kararından şimdilik vazgeçti.

Bahçeli'ye suikast iddiası • Strateji değişikliğine giden Doğan, CHP-MHP koalisyonu için elinden geleni yapacak.Seçim sürecine doğru tansiyonun iyice artacağını söyleyen haber kaynağım, özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye yönelik bir suikast yapılmasından endişeli. Bahçeli sonrasının dizayn çalışmalarının dahi yapıldığını söylüyor. Bu süreçte siyasetçilerin, öğretim görevlilerinin ve üst düzey bazı bürokratların da hedef alınması olası.

Son koz bir siyasetçiye ait kasedin sızdırılması olacak • 2011 seçimlerine yönelik bu kaotik planların tamamen engellenmesi durumunda ise son koz olarak bir siyasetçinin sekreteriyle geçmiş döneme ait bir kasetinin sızdırılacağı konuşuluyor. Tıpkı Baykal gibi bu kişinin de siyaset sahnesinden çekilmesi hedefleniyor. Bu oyununun sonunda kimin galip geleceğini bilmesek de yeni bilgi ve belgelerin ortaya saçılacağı tahmininde bulunmak kehanet olmasa gerek. (Mehmet Baransu / Taraf)

Seçim ve anayasa Kontrgerilla için ölüm kalım meselesi

Ergenekon'da seçim hazırlığı: Mitingler tekrar devrede | Seçime doğru av mevsimi başladı: AK Parti'yi avlayabilecekler mi?

Dünyanın en gizemli tarikatları ve Tuncay Güney iddiaları. Devamı İstihbaratçı Bülent Orakoğlu'ndan çarpıcı ifşaat

Dünyanın en gizemli tarikatları

Dünyayı yönettiği iddia edilen en gizemli örgütler hangileri? Amaçları nedir? Nasıl doğdular? Bu gizemli örgütler kaç kişiden oluşuyor?

MASONLUK


`Mason` kelimesi taş ustası anlamına gelir. Başlangıçta mason loncaları gerçekten masonlardan, yani taş ustalarından oluşmaktaydı fakat daha sonra nedeni bilinmeyen bir şekilde, taş ustası olmayan bir kaç kişi bu loncalara girdi ve bu akımla birlikte oluşan yeni gruba `Hür ve kabul edilmiş mason` (free mason) dendi. Masonluk, başlangıcının resmi olarak 16`ncı yüzyılın sonu ve 17`nci yüzyılın başlarına dayandığı düşünülen bir çeşit `Kardeşlik` organizasyonudur. Dünyanın birçok ülkesinde beş milyon üyesi bulunmaktadır. Sadece İngiltere, İskoçya ve İrlanda`da 480 bin, Amerika Birleşik Devletleri`nde ise iki milyona yakın üyesi bulunmaktadır. Masonlar için sır ve gizliliğin bir gereği olan sembolizm çok büyük önem taşır. Masonlukta semboller, Masonik ilkeleri daha iyi anlatmak ritüellerin içerdiği aşamaları ve öğütleri belleklere iyice yerleştirmek bunların uzun ömürlü olmalarını sağlamak için kullanılırlar. Masonlukta sır olarak nitelendirilen şeylerin başında Masonik işaretler, sözcükler ve simgelere verilen anlamlar gelir.


İLLUMİNATİ


1776 yılında Almanya`nın Münih kentinde, Adam Weishaupt isimli Kabbalacı bir hukuk profesörü ve Baron von Knigge önderliğinde kurulan gizli bir topluluktur. Illuminati, `Aydınlanmış Olanlar` anlamına gelmektedir. Topluluğun kuruluş amacı cehaletle, baskıcılıkla ve kilisenin dogmalarıyla mücadele etmekti. Her ne kadar asıl amaç, aydınlanarak dinsel dogmalardan uzak, hür düşünceyi ve Newtoncu pozitif bilimin önünü açmak idiyse de, daha sonraları gizli siyasi amaçları olduğu öne sürüldü. İlluminati dünya siyaset tarihinin belki de zaman içerisinde üzerine en fazla komplo teorisi üretilmiş topluluğu halini almıştır. İlluminati tarikatının kuruluş kökeni şu şekilde ifade ediliyor: `Kilisenin düşünce tarzına ve dayatmalarına büyük bir antipati besleyen Galileo Galilei, bir topluluk kurarak bu dogmalarla mücadele etmek ve parlak gençleri ve aşırı derecede zeki insanları bünyesinde toplayarak onlara özgürlüğün, hür düşüncenin ve aydınlanmanın faziletlerini aşılamak istiyordu. 1774 yılında Mason olan Weishaupt, bu emellerinin Masonluk içerisinde var olduğunu görse de, Masonluğun emellerinin ve felsefesinin siyasetler üzeri olması itibariyle ve Almanya`daki kilise/cizvit egemenliğini sona erdirmek istemesinden ötürü, bu doğrultuda bir topluluk kurmaya karar verdi ve kendisi gibi düşünen 11 arkadaşıyla beraber 1776 yılında Illuminati`yi kurdu.`


OPUS DEİ


Opus Dei, 2 Ekim 1928`de Madrid`te sıradan bir papaz olan Jose Maria Escriva de Balaguery Albas tarafından kurulan 79 yıllık İspanyol asıllı bir örgüttür. Katolikliğe sadık, laik iş ve meslek sahiplerini biraraya getirerek Papa`ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmak amacı ile kurulan bu örgüt günümüzde Vatikan`da en etkili laik kurumdur. Gizli bir örgüt olan Opus Dei`nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmaktadır. Bunun yanında her ülkede de örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmaktadır. Onlara göre Papa`nın kimliği, Kilise`nin de, Papalık Makamı`nın da üstündedir. Papa, Tanrı-Krallığı`nın kutsal önderidir. Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette Olağanüstü bir kişidir. Bu nedenle Opus Dei, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti`ni yüceltir ve Kilise`yi ikinci planda görür. 2.8 milyar dolar serveti, 15 üniversitesi, 97 teknik okulu, 36 ilköğretim okulu olan Opus Dei ile ilgili pekçok tartışma yaşanmış ve olumsuz görüşler dile getirilmiş buna rağmen örgüt herhangi bir açıklama yapmamıştır.


KURU KAFA VE KEMİKLER TARİKATI


Bu tarikat, New Haven`deki Yale Üniversitesi`nde 1832 yılında William H.Russel`in öncülüğünde bir grup Yale`li öğrenci tarafından kuruldu.Kuru Kafa ve Kemikler Tarikatı, Yale`nin diğer gizli örgütleri (Ferman ve Anahtar, Kitap ve Yılan, Kurt Başı, Eliyahu ve Berzelius) arasında en eski ve en itibarlı olanıdır. Bu üniversitenin son sınıf öğrencilerinden, her dönem sadece 15 kişi seçen bu örgüte girebiliyor. en büyük hedefi, Yeni Dünya Düzeni`nin gerçekleştirilmesidir. Tarikata katılanlar, `Yeni Dünya Düzeni` ana hedefi esas alınarak eğitilirler. 1898 yılına kadar ABD yönetimi üzerinde sadece kısmi bir etkisi olan Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı, dünyanın en zengin ve en saygın insanlarını dünyanın en önemli mevkilerine yerleştirme çabası taşıdığı da belli çevrelerce söylenmektedir. Yeni Dünya Düzeni`nin en önemli fikir merkezlerinden biri olan Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı`nın, diğer masonik örgütlere nazaran ABD`nin en etkin örgütü oldugu da biliniyor.


TRİLATERAL KOMİSYON


1973`te David Rockefeller, Henry Kissenger ve Zbigniew Brzezinski tarafından kurulmus gizli bir örgüttür. Tohumları ABD`de atılan `Yeni dünya düzeni` fikrini tüm dünyaya yani Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya`ya daha iyi yayabilmek için oluşturulmuştur. Brzezinski 1973-1976 arasında başkanlığını yapmıştır. Tarikatın simgesi şu şekildedir: Bir kürenin üç yanından üç üçgen uzayarak kürenin ortasında buluşurlar ama birleşmemişlerdir. bunları birleştirdiğiniz taktirde tek bir büyük üçgen meydana çıkar. her bir üçgen trilateralin üç bölgesini simgeler. üçgenler muhtemelen piramit`i simgelemektedir. büyük üçgen de büyük piramittir. büyük piramitin birleşmemiş olması, tek dünya devletinin henüz kurulmamış olduğunu gösteriyor olabilir.


BOHEMİAN KLÜBÜ


1872 de kurulmus bir örgüttür. ABD` nin batı yakasındaki elitleri bu topluluğun üyesidir. cumhuriyetçi başkan ve başkan adaylarının tümü bu topluluğun üyesidir. Faliyetleri son derece gizli olan topluluğun özel vadisine giriş ABD devlet guçleri tarafından engellenmektedir. Merkezdeki çiftlik aynı anda yüzlerce kişinin hafta sonu toplantılarına katılabileceği niteliktedir. ABD`nin hemen her eyaletinde tapınakları vardır. Sembolleri baykuştur. Ritüellerde baykuşa hitap edilir ve bir simge olarak baykuş motifi kullanılır. Bohemian Grove hem çok zengin hem de en kilit noktalardaki elitlerin oluşturduğu daha üst ve çok daha gizli bir seçkin kulübüdür.Bine yakın ABD eliti sürekli olarak hafta sonu California`da veya diğer eyaletlerdeki çiftiklerde toplanıp törenler yapıyorlar ve gizli ritüeller uygulanıyor. Kaynak:www.timeturk.com



ve Tuncay Güney iddiaları

Tuncay Güney sessizliğini bozdu: Hizbullah, devletin gayri nizam-i askerleri. Kamplarda eğitildiler. Özal'ın suikastçisi Demirağ'a ders verenler, Hizbullah'ın kadrosunu da yetiştirdi...

Ergenekon terör örgütüne yönelik operasyonlar, bir ismi de kamuoyunun gündemine taşımıştı. O isim Tuncay Güney'den başkası değildi. Türkiye'de bir dönem gazetecilik yapan Güney'in Ergenekon'un kilit ismi emekli Tuğgeneral Veli Küçük'le birlikte çalıştığı öne sürüldü. Farklı iddianamelerinde adı yüzlerce kez geçen Tuncay Güney, 'firari şüpheli' olarak gösterilmesine rağmen hakkında tutuklama kararı çıkarılmadı. Öldürüldüğü bile öne sürülen Güney, sessizliğini TAKVİM için bozdu. İşte Güney'in açıklamaları:

Domuzbağları ile hafızalara kazınan Hizbullah örgütü nedir?

Hizbullah terör örgütü değil, bir devlet örgütüdür. Derin devletin imamları ya da gayri nizami askerleridir. 3'er kişiden oluşan üç grup halinde 9 kişilik hücre gruplarıdır.

Peki bu örgüt çökertilmemiş miydi?

Uyuyan, görev saatini bekleyen hücreleri çökertmek imkansızdır. Eğitim kamplarında özel dersler aldılar. Silah kullanma, bomba imalatı, sabotaj, fidye alma, adam kaçırma ve suikast gibi eğitimlere tabi tutuldular. Kartal Demirağ'a (Özal suikastçısı) ders veren eğitmenler Hizbullah'ın kadrosunu yetiştirdi.

Bu örgütün arşivi Beykoz'daki villa baskını sırasında devletin eline geçmişti.
Şifrelerinin çözülmesi gerekmez miydi?

10 yıl öncesine ait bir tane sağlam bilgi donanımlı Hizbullah raporu bulamazsınız.

Üzerinde hiçbir ciddi araştırma yapılmamış tek teşkilat Hizbullah'tır. Yani bu örgüt devletçe korunuyor mu?

NATO üyesi olan bütün ülkelerde, iktidara bağlı olmayan gizli askerler halen görev başındadır. Sovyetler'in çökmesi ile Avrupa'daki gizli yapı olan gayri nizami teşkilatlar ve sivil uzantıları yeniden yapılandırıldı. Türkiye'de bu yeni yapılandırılmaya gidilmedi.

Gladyo benzeri bir yapı mı?

Hizbullah benzeri sağda ve derin solda, Atatürkçülük kisvesi altında birçok naylon örgüt bulunmaktadır. Bir takımı uyuyor. Bir takımı da siyasi arenada...

Derin destekleri bulunan örgütün amacı ne olabilir?

Gelecekteki eylemler, iktidarı zan altında bırakma faaliyetidir. Hükümet ve güvenlik birimleri biçare gösterilirken, spekülatif haberler ile yöneticiler zor durumda bırakılacak.

Bu yapının sol kanadı nasıl?

Hizbullah benzeri derin solda Ekimciler var. Polis halen bu grubun içine adam sokamadı. Kuruluş yerleri İzmit- Tuzla-Adapazarı. Oysa bu bölge Ülkücü mafyanın üstlendiği bölge ve "Şeytan Üçgeni" olarak biliniyor.

Nasıl yani...

Eylem yapıncaya kadar bu kişileri tanımıyoruz. İşte bunlar uyuyan dinci veya derin solcu örgütler.

Hepsinin amacı aynı mı?

Hizbullah'a Hizbul-şeytan denildi. Aslı; Gayri Nizami İmamlar... Eski Ülkücüler, komando kamplarında eğitim gören 'devletin sokak polisi' görevini üstlenmişti. Hizbullah ise uluslararası ve yerel istihbaratın ortak projesi olarak kuruldu.

Dış bağlantı ilk günden bu yana var mıydı yani?

Medya Türk toplumuna Hizbulşeytan diyerek haber yaptığı günlerde... Dış istihbarat servisleri, raporlarında Hizbullah'ı "Devletin Gavur İmamları" projesi olarak tanımlıyordu.
Bugüne kadar Türk istihbarat birimleri ABD ve Ortadoğu ülkeleri ile Hizbullah konusunda bilgi alışverişinde bulunmadı.

İranlı diplomat Muhsin Karger, o dönem Tahran'a gönderdiği raporda Hizbullah'ı "Türkiye'nin Hizbul-şeytanı" olarak tanımlıyordu. Karger; Türk basınındaki birtakım gazetecilerle görüşmesinde de örgütü Hizbul-şeytan olarak tanımladı.

İran'ın Hizbullah'tan böyle söz etmesi enteresan değil mi?

Hayır. Örneğin, Hizbullah Beyrut'a ekip yollamıştı. Lübnan'daki Şeyh Fadlallah ve Hasan Nasrallah ile görüşme yapıp yardım talep etmişlerdi.

Tahran yönetimi bu ilişkiyi engellemiş, Hizbullah'ı "Ankara'nın kuklası" olarak tanımlamıştı.
Ve bizim Hizbullahçılar Beyrut'tan elleri boş dönmüşlerdi.

Hizbullahçılar'ın tahliyelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hizbullah sanıklarının Yargıtay tarafından "serbest bırakılması" tamamen hukuksal bir oyun. Hükümeti yıpratma planı devreye sokuldu. Bölgede terör örgütü PKK eylemlerinden sonra, Hizbullah'ın eylemlere başlaması çok yakın. 28 Şubat benzeri yeni bir kaos ortamı ile karşı karşıyayız.

Mali takip yok

Tuncay Güney, açıklamalarında Hizbullah'ın mali kaynaklarıyla ilgili olarak da konuştu. Güney, "Türk istihbaratı PKK'nın mali kaynaklarını biliyor. Ancak Hizbullah'la ilgili böyle bir çalışma yok" dedi.

Dink suikastiyle aynı birim

TAKVİM'e gündem değiştirecek açıklamalarda bulunan Güney, Dink cinayetine de değindi. Güney, şöyle konuştu: "Malatya cinayeti ve Hrant Dink suikastında kullanılan gençler, milliyetçi olarak tanınıyor. Hizbullah ise Allah'ın askerleri... Her iki grubun da emir aldığı, eğitim aldığı birim, aynı daire..."


28 Şubat sürecinde Başbakanlık Takip Kurulu raporuna göre Hizbullah'ın değişik kanatları ve insan gücü şöyle gösterilmektedir:

Hizbullah-İlim Grubu: 50-60
Hizbullah-Menzil Grubu: 80-100
Hizbullah-Vahdet: 20-25
Hizbullah-Selam:15-20.

Bu sayıların hepsi, söz konusu grupları özellikle tehlikesiz ve işlev halinde olmadığını göstermek amacıyla özenle verilmiştir.

Şikago örgütü

Güney, Hizbullah'ın eylemlerini yaparken "Şikago Çetesi"nden destek alacağını söyledi.
Güney, "Son 10 yıldır Türkiye'nin naylon-gizli orduları 'Şikago Çetesi' tarafından korunmakta ve görevlendirilmektedir. Hizbullah, Şikago örgütüdür" dedi.



İstihbaratçı Bülent Orakoğlu'ndan çarpıcı ifşaat
19 Ocak 2011 Çarşamba, 14:40
Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu'ndan gündeme damga vuracak açıklamalar...


Bugün iPhone uygulaması ile tüm gelişmelerden anında haberdar olun! TRT Haber'de dün gece Kozmik Oda programının konuğu olan Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, Rıdvan Memi'nin sorularını yanıtladı. Orakoğlu'nun programda söyledikleri çok tartışılacak, işte o açıklamalar :

'Hizbullah'ı eğiten Yeşil ve emrindeki ekiptir'

"Arif Doğan'ın ifadelerine bakarsanız Hizbul-Kontr değil mi? Yeşil bugün muhakkak ki JİTEM'in çok önemli unsurlarından bir tanesi. Şu ortaya çıkıyor burada, Hizbullah'ın nerede eğitildiği. Bu kadar vahşi, İslam diniyle bağdaşmayan zaten Hizbullahçılar dikkat ederseniz biz bunu yapmadık, devlet yaptı üzerimize attı filan gibi şeyler söylüyorlar. Ama netice itibariyle bu Hizbullah'ı kimleri eğitti ? Şimdi bunları eğiten yani Yeşil ve emrindeki bir ekip olduğunu düşünüyorum ben. Burada Hizbullah'ı eğiten bu gruptur diye düşünüyorum. Bu bakımdan çok ciddi bir şey kurmuşlar."

'İzzettin Yıldırım'ı sorgulayan ve öldüren Velioğlu değil Yeşil!'

"Hüseyin Velioğlu öldürüldüğünde, Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım da bir evde öldürülüyor ve evde ölü bulunuyor. Bu mezar evler hani çıkıyor ya. Benim tahminim birkaç gün önce öldürüldü, hatta operasyondan sonra öldürülmüş olabilir. Bu işte de ben, Yeşil'in olduğunu tahmin ediyorum.

Rıdvan Memi: Operasyondan sonra İzzettin Yıldırım'ın öldürülmesinde..

Bülent Orakoğlu: Tutuklu zaten Hizbullahçılar tarafından. Orda ki mezar evlerden birinde infaz edilerek zaten kasete sorgusu alınıyor ya.

Rıdvan Memi: Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın olabileceğini söylüyorsunuz ?

Bülent Orakoğlu: O süreçte İzzettin Yıldırım'ı sorgulayan ve öldürenin o olduğunu düşünüyorum,evet."

'Yeşil hala yaşıyor ve aktif, bir odada su ve ekmekle 5 yıl yaşar'

Rıdvan Memi: Yeşil'in hala aktif olduğunu düşünüyor musunuz bugün?

Bülent Orakoğlu: Ben hala yaşadığını düşünüyorum. Aktif yani, bu görev vermeyle ilgili. Çünkü dikkat ederseniz bugün dünyada bu tür terör örgütlerinde tetikçilik yapan insanlar bazen piyasadan çekilebilir, uykuya dalıyor denilebilir. Yeşil çok disiplinli bir kişi. Mesala kendisinin şöyle bir şeyi var; bir oda, bir su ve ekmek ver 5 yıl buradan çıkma de çıkmaz bizim tespitlerimize göre.

'Hizbullah, PKK ve Dev-Sol Ergenekon'un kurdurduğu naylon terör örgütleridir'

"Bugün mesala Ergenekon ilk iddianameye baktığınız zaman bu Ergenekon örgütünün kurduğu naylon terör örgütlerinden bahsedilir. Bu naylon terör örgütleri içerisinde; Hizbullah vardır, PKK vardır, Dev SOL vardır. Daha sonra gelişen şartlar içerisinde dini motifler kullanan bazı örgütlerde buna ilave edilmiştir."

'Hizbullah 2000 yılında silahlarını askeri bölgelere gömdü'

"Hüseyin Velioğlu ölü ele geçirildikten sonra Türkiye'de yapılan operasyonlarda örgüt silahlarını gömdü. Hatta bu silahların askeri bir takım bölgelere gömüldüğü söyleniyor, askeri bölgelere girip ihbar filan olmadıkça arama filan yapamazsınız. Hüseyin Velioğlu öldürüldükten sonra Türkiye'de şöyle yanlış bir imaj doğdu, iş bitti.. Belli şartlar oluşmadan bitmez.."

'Hizbullah tahliyeleri demokratik açılım sürecinde güneydoğuda kaos yaratmak amacı ile yapıldı'

Son tahliyelerin de konuşulduğu Kozmik Oda'da, Bülent Orakoğlu'nun söyledikleri çok çarpıcıydı : "2007 Ergenekon operasyonları, Türkiye'nin çok büyük operasyonları. Tabiri caizse Türkiye'deki bütün çeteleşmiş yapılar temizleniyor. Ergenekon'dan bir takım insanlar cezaevinde bulunuyor. Şimdi kamuoyunda şu dillendirilme yapılacaktı ve oldu, şu kadar insanı öldürmüş insan serbest kalıyor, Ergenekon'da kitap yazmış ya da darbe yapıcam diyen insan içerde duruyor. Ergenekon operasyonları etkisizleştirilmek istenecek bu bir. İkincisi kısaca söyliyim, demokratik açılımla ilgili bu bırakılmalar ciddi anlamda Güneydoğu'yu karıştırmak, kaos yaratmak için yapıldı."

'Hizbullah hala korunuyor...Tahliyelerinde sistemin aksaklıklarını kullanan derin yapılar var'

Rıdvan Memi'nin terörle mücadelede 93 konseptinin sona ermesine rağmen Hizbullah'ın korunmaya devam etmesine ilişkin sorusuna Bülent Orakoğlu yanıt verirken bu korumanun halen de devam ettiğini söyledi ve bugünkü tahliyelere ilişkin şu diyalog yaşandı:

Bülent Orakoğlu: Ama bunda ne AK Parti'nin ne de yargının değil, sistemin aksaklıklarını kullanan derin yapıların etkisi var.

Rıdvan Memi: Hala görevdeler ve hala aktifler?

Bülent Orakoğlu: Tabi.

'Liderlerinin tahliyesi ile Hizbullah'ın içindeki liderlik mücadelesi bitirildi'

"Hizbullah'ın içerisinde bir eski-yeni mücadele yani eski kuşakla yeni kuşak diye bir mücadele vardı. Çünkü şöyle, Hüseyin Velioğlu tek lider, mutlak liderdi. Orda şura mura, örgütsel yapının gerektirdiği bir komuta zinciri içerisindeki bu örgüt için söylüyorum bir takım yapılanmalar vardı ama her şey Hüseyin Velioğlu'ydu. Hüseyin Velioğlu'ndan sonra gençler ayrı bir şey yani Hizbullah örgütü içerisinde ve eski kuşaklarda ayrı bir takım stratejiler. Rıdvan Memi: Tahliyelerin bununla ilişkisi?

Bülent Orakoğlu: Tahliyelerin bununla ilgisi şu, liderler bırakılınca Hizbullah'ın içerisindeki liderlik çatışması bitiriliyor. Onu söylemeye çalışıyorum."

'Hizbullaha yönelik operasyon yapılmasına engel olan Mehmet Ağar'dır'

Rıdvan Memi: 2000 yılına kadar Hizbullah'a aktif bir müdahale görmüyoruz, neden?

Bülent Orakoğlu: Bu konu, aslında olayın perde arkasını bilmeyenler için konuşuyorum yani, PKK'yla mücadele ettiği için. Güvenlik güçlerimizin bu Hizbullah'ı koruduğu yıllar... Hatta Mehmet Ağar o zaman Emniyet Genel Müdürü, Mehmet Ağar'a bir mektup geliyor. Hizbullah'ın üst düzey seviyesinden biri mektup yazıyor, Genel Müdürlüğe geliyor. Orada Mehmet Ağar, örgütün, güvenlik güçlerine saldırmadığı yani PKK'ya saldırdığı gibi bir şeyi ortaya koyuyor. Böyle bir cevap veriyor. Mehmet Ağar'da bunu kendi kafasından yapmıyor muhakkak ki. Bir operasyon yapılmasına gerek yoktur gibi bir cevap veriyor. Çünkü mektubu yazan Hizbullah'ın o süreç içerisindeki faaliyetlerini çok açık bir biçimde anlatıyor."

'Uğur Mumcu'nun ulaştığı bilgileri Eşref Bitlis'e aktarması hayatına mal oldu'

"Uğur Mumcu çok önemli konular araştırmıştır. PKK meselesi, Öcalan'ın devletle olan ilişkileri arkasından Hizbullah'ın devletle olan ilişkileri. Türkiye'nin bazı büyük olaylarda mesala Mossad gibi yabancı gizli servislerin Türkiye'deki rollerini araştıran bir kişiydi. Buna daha çok ciddi 10-15 tane madde sayabiliriz buna. Şimdi Uğur Mumcu'ya gene böyle bir dosya geliyor. Bu dosya geldiği zaman kendisi bakın bu dönemde çok tabu olan konu araştırarak bir gazeteci bunlardan dehşete düşüyor. Çünkü yaptığı hareketlerden bunu anlıyoruz yani. Ve hemen sayın Cumhurbaşkanı'nı arıyor. Turgut bey yok o anda emir subayı, orda kim çıktıysa onla görüşüyor.Cumhurbaşkanının Türki Cumhuriyetlerde olduğu söyleniyor. Sonra dönüyor sayın Eşref Bitlis Paşa'yı arıyor. Bence hayatına mal olacak bir hata yapıyor. Kendisine gelen dosyayla ilgili bir takım şeyler anlatıyor Bitlis Paşa'ya. Anlatınca muhakkak ki Uğur Mumcu izlenen bir kişi. Bu izlenmeler yanlış anlaşılmasın devlette izleyebilir kanuni olarak, başka örgütlerde, gizli servislerde izleyebilir basit bir şey çünkü ve izleniyor. Uğur Mumcu hepimizin bildiği gibi arabasına biniyor ve uçuyor. Aradan belli bir süre geçtikten sonra Eşref Bitlis'in uçağı kaza olarak düştü, ondan sonrada Turgut Özal'ın vefatı bu üç aylık bir süredir yani bu saydıklarımız"

'90'lardaki cinayetlerin hepsi tek bir merkezden yönetildi'

"Türkiye'de bilhassa 90'lı yıllarda meydana gelen toplumsal olarak hem de kamu vicdanını rahatsız etmiş faili meçhul belki tetikçisi çıkmış ama fakat bunun arkasındaki emri veren beyin irade çıkmadığı için bunları söylüyorum. Bazılarında hiç yakalanamamış. Bunlarının hepsinin bir merkezden yapıldığı çok açık."

CHP, ‘Sosyal Demokrasi’ ve Yanılsama...

Fikret Başkaya
Pazartesi, 31 Mayıs 2010 22:37
Deniz Baykal’ın bir komployla parti genel başkanlığından uzaklaştırılması [herhalde başka türlü değiştirilmesi mümkün olmadığı için olacak], ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi, medya tarafından nerdeyse Türkiye’nin politik yaşamında bir dönüm noktası, ‘müthiş bir olay’ olarak sunuldu, sunuluyor. Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin sekiz yıllık iktidarı döneminde gözü kara uyguladığı neoliberal politikalardan muzdarip emekçi kitlelerin gözünde de bir umut haline geldiği anlaşılıyor. Başka hiç bir şey değişmeden sadece parti genel başkanının değişmesi, bir partiye ‘umut bağlamak’ için yeterli bir neden olabilir mi? Şüphesiz lider ve liderlik önemsiz değildir ama lider hiç bir zaman boşlukta durmaz. Liderin gücü ve yapabileceklerinin sınırı, dayandığı sosyal sınıflar ve güç odakları tarafından belirlenir. Genel bir çerçevede durum böyledir ama CHP gibi bir parti söz konusuysa, durumun nüanse edilmesi gerekir zira CHP bilinen siyasi partilere pek benzemez. O herhangi bir siyasi parti değildir… CHP daha devletin adı Cumhuriyet olarak değiştirilmeden önce kurulmuş bir partidir. Doğrudan devlet tarafından ve devletin başı olan Mustafa Kemal tarafından kurulmuştur. Bir devlet partisidir veya aynı anlama gelmek üzere parti devlettir. Devletle bütünleşmiş, onunla iç içe geçmiş, devletin bir parçası haline gelmiş bir örgüttür. Dolayısıyla CHP kavramın bilinen anlamında burjuva partilerinden farklıdır. Bu onun az ya da çok her zaman iktidarda olması demektir. Türkiye’de seçimle gelen siyasi partilerin neden hükümet oldukları halde bir türlü iktidar olamadıklarının cevabı da burada saklıdır. Lâkin şimdilerde bu durum değişiyor, rant bölüşümünde artık biz de varız diyenler tarafından, bürokratik iktidar tehdit ediliyor... Netice itibariyle taraflardan hiç birinin demokrasi diye bir kaygısı yok zaten olması da mümkün değildir.
Kılıçdaroğlu parti kongresinde yaptığı konuşmada, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk üzerinde durdu. İşsizlik ve yoksullukla mücadele edeceklerini söyledi. Öteki siyasi parti liderleri farklı bir şey mi söylüyor? Hepsi her zaman bunları söyler ama işsizlik ve yoksulluk artmaya, sefalet derinleşmeye, doğal çevre bozulmaya, yaşam kalitesi kötüleşmeye devam eder. Ve başka türlü olması mümkün değildir. Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin kalkınma yolunda nasıl hızla ilerlediği, nasıl büyüme rekorları kırdığı da birilerinin dilinden hiç düşmez... Her zaman tüm siyasi partiler tarafından yapılan bu tür vaatler seyirciyi oyalamak içindir... Acaba Kılıçdaroğlu öteki siyasi partilerin söylediğinden farklı bir şey söyleseydi, söylediğinin bir karşılığı olabilir ve bu umutlanmak için bir neden olabilir miydi? Kılıçdaroğlu işsizlik, yoksulluk, sosyal adaletsizlikten söz ediyor da, kapitalizmi, emperyalizmi, sömürüyü, neoliberalizmi hiç ağzına almıyor... Belli ki, o da kapitalizmi ‘insanlığın’ normal hâli’ sayıyor. 2010 yılında kapitalizmi sorun etmeyen, neoliberalizmi dert etmeyen bir parti hangi sorunu çözebilir? Mesela Kılıçdaroğlu: “içinde bulunduğumuz sefil durumun gerisinde 30 yıldır uygulanan neoliberal politikalar var, biz ülkeyi bu beladan kurtaracağız, herşeyi baştan aşağı değiştireceğiz, ülkemizi yerli-yabancı sermayenin sömürü, yağma ve talan alanı olmaktan çıkaracağız, insanların kaderini asla piyasa ekonomisine teslim etmeyeceğiz, son 20-30 yılda özelleştirilen kamu hizmetlerini yeniden gerçek birer kamu hizmetine dönüştüreceğiz, bunları bir kâr ve kazanç metaı olmaktan çıkaracağız, küresel ve yerli sermayenin çıkarına oluşturulmuş mevzuatı baştan sona değiştireceğiz, derhal emperyalist bir askeri pakt olan NATO’dan çekileceğiz, seksen yıllık Kürt sorununu çözeceğiz, bunun için ne gerekiyorsa yapacağız, ilk iş olarak düşünce özgürlüğünün önündeki engelleri ortadan kaldıracağız, ve halen düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde bulunan yazar ve gazete yöneticilerini oradan çıkaracağız, önümüzdeki hafta bu toplumu ‘taş atan çocuklar’ ayıbından kurtarmak üzere girişimler başlatacağız, ülkemizin beşeri ve doğal kaynaklarını bu ülkenin insanlarının refahı için kullanacağız...” deseydi, bunları söylediği akşam televizyonların ve ertesi gün gazetelerin görüntüsü nasıl olurdu? Kılıçdaroğlu hâlâ bir umut olarak sunulur muydu? Mesela ‘bu adam çıldırmış olmalı’ ya da ‘ne dediğini bilmiyor’, ‘sanki hayal dünyasında’, ‘bu da nerden çıktı...’ gibi manşetler atılır mıydı? Köşe yazarları neler yazardı dersiniz? CHP’nin yeni genel başkanı bunları söyleyemez, söyleyecek olsa başkan yapılmaz. Her şeye rağmen söylerse de koltuğundan olur. Elbette Kılıçdaroğlu, seçim barajını düşürmek ve mayınlı arazileri topraksız ve az topraklı köylülere dağıtmak gibi iyi şeyler de söyledi ama asıl söylenmesi gerekeni söylemedi, söyleyemezdi...
CHP hakkındaki tevatürlerden biri de onun sosyal demokrat bir parti olduğudur. Aslında CHP’nin o tarakta bezi yok. Varlığını demokrasi yokluğuna borçlu bir partinin gerçekten demokrasi diye bir sorunu olabilir mi? Sosyalliğe gelince CHP’nin solla tanışması 1960’lı yılların ortalarına rastlar. 1962 de Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, 1963 yılında Mehmet Ali Aybar’ın genel başkan seçilmesiyle TİP hızla ezilen ve sömürülen sınıfların gözünde bir umut ve çekim merkezi haline gelmişti. TİP’in güçlenmesi demek, CHP’nin TİP lehine oy kaybetmesi demekti. TİP’in önünü kesmek ve tabandaki kaymayı durdurmak için CHP genel başkanı İsmet İnönü ‘ Biz ortanın solundayız‘ dedi ve Bülent Ecevit’le birlikte de CHP’nin sosyal demokratlığı ön plana çıkarıldı. CHP’nin ‘sola kaymasının’ asıl nedeni solun önünü kesmekti. Lideri bir şey söyledi diye bir parti değişmeyeceği gibi, lideri değişince de fazla bir şey değişmez. Fakat sorun sadece CHP ve onun sosyal demokratlığını angaje etmiyor, bizzat sosyal demokrasiyle ilgili de önemli bir sorun var. Zira, bir edeb-i kelâm ile ‘çağdaş sosyal demokrasi’ denilen çoktan sizlere ömür. Bilindiği gibi Batı Avrupa’da ve bazı başka ‘gelişmiş ülkelerde’ İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında refah devleti, kayırıcı devlet, sosyal devlet denilen rejimler söz konusuydu ve orada geçerli rejimlere genel bir tanım olarak ‘sosyal demokrasi’ deniyordu. Fakat oralardaki sosyal demokrasiler, parti lideri öyle istiyor diye sosyal demokrat olmamışlardı. Söz konusu rejimlerin sahneye çıkması, doğrudan sınıfsal güç dengelerinin bir sonucuydu. Güç dengesi emekçi sınıflardan yana dönmüştü. Bunu da gerisinde merkezde yükselen işçi sınıfı mücadelesi, sömürge halklarının anti- koloniyalist mücadelesi ve sosyalist denilen blok’un varlığıydı. Böylesi bir güçler dengesi söz konusuyken, sermaye ödünler vermek zorunda kalmıştı. İşte refah devletinin kazanımları böylesi bir güçler dengesinin sonucunda mümkün olmuştu. Gerçi ‘komünist tehdit’ denilen emperyalist burjuvaziyi telaşlandırıyordu ama asıl tehdit tevatür edildiği gibi Sovyetler Birliği değildi, nitekim Stalinist Sovyetler birliği çoktan batı kapitalizmi için bir tehdit olmaktan çıkmıştı... Asıl tehdit bizzat kendi ülkelerindeki işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin dayatmasıydı. Mesela Fransa’da faşizme karşı direniş ve FKP olmasaydı, bir dizi sosyal kazanım, dolayısıyla ‘sosyal devlet’ de söz konusu olmazdı.
Emperyalist savaş sonrasında ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine olan güç dengesi, kapitalizmin yeniden yapısal krize girdiği 1974-75 den itibaren aşınmaya uğradı ve 1980 yılında neoliberal saldırının zaferiyle bütünüyle tersine döndü. Artık sermaye sınıfı sağlam yere basıyordu ve yeni ödünler vermeye zorlanmak şurada dursun, önceki dönemde kaybettiği mevzileri geri almak için saldırıya geçmişti... Neoliberalizmin zaferi sosyal demokrasinin de sonu oldu. Giderek adı ne olursa olsun, - sosyalist -sosyal demokrat- işçi partisi, vb. Avrupa’daki sağ ve sol partiler arasındaki ayrım silikleşti. Sol partiler şimdilerde liberal sol partilere dönüşmüş durumdalar. Buna kavramın kendisindeki çelişki [contradiction dans le terme] deniyor. Hem ekonomik planda liberal hem de sol olunamayacağına göre... Bunun anlamı, bu partilerin artık kapitalizme bir itirazlarının olmaması, dolayısıyla da hiç bir alternatif projelerinin olmaması demektir. Bir kere neoliberalizmin mektebine kaydolunca, geriye ‘en iyi öğrenci’ olma yarışına katılmak kalıyordu... Artık neoliberal küreselleşmeyi sonuna kadar destekliyorlar. Komünist partiler de hızla aşınıp aynı trene atlamayı bir çıkış yolu olarak görüyorlar ki, bu artık Avrupa solu diye de bir şeyin olmadığı anlamına geliyor. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine itirazları yok, sermayenin önünün sonuna kadar açılmasını refahın güvencesi olarak görüyorlar, NATO’nun daha da güçlenmesinden ve ‘etkinlik alanını’ genişletmesinden yanalar, ABD’nin ‘önleyici savaş’ doktrinini destekliyorlar... Durum böyleyken hâlâ sosyal demokrasiden söz etmenin bir karşılığı ve kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bir kıymet-i harbiyesi yok ama herhalde ‘çağdaş sosyal demokrasi’ birilerinin kulağına hoş geliyor... Küresel planda güç dengeleri sermayeden yana dönmüşken, hâlâ sosyal demokrasi şarkıları söylemek beyhudedir ama bunun Türkiye gibi bir ülkede söylenmesi tuhaflığı daha da büyütüyor. Politika boşlukta yapılmaz. Ve eskide çözüm aramak beyhudedir. Türkiye emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkedir ve merkezi taklit etmek hem mümkün değildir, hem de arzulanır bir şey olmaması gerekir. Üstelik ortada taklit edilecek bir şey de yok iken... Emekçi sınıflar lehine kazanımlar elde etmenin, mevziler kazanmanın yegane yolu mücadeleden geçer. Mücadele olmadan güç dengeleri lehe çevrilemez. Dolayısıyla 2010’lu yıllarda Türkiye’de sosyal demokrasiyi mümkün ve arzulanır bir şey olarak sunma zorlaması tam bir illüzyondur.
Neoliberal küreselleşme çağında siyasi partiler artık külliyen işlevsizleşmiş durumdalar. Asıl misyonları sermayenin önünü açmak üzere kitleleri aldatıp- oyalamak... Hiç birinin artık ‘ben daha iyiyim’ diyecek morali yok, ancak ‘ben daha az kötüyüm’ diyebilirler... Zira yapabilecekleri şey belli... O zaman da aralarındaki fark bir üslûp farkından öteye geçemiyor... İşte seçim mistifikasyonu böyle sefil bir oyunun oynanmasından ibaret. Türkiye’deki düzen partileri arasında ‘ben özelleştirmelere karşıyım’, ‘insanların kaderi piyasa ekonomisinin işleyişine bırakılamaz...’ diyeni var mı? Piyasa sizin yakınınızdaki semt pazarı değil, yakında iflas edecek olan mahalle bakkalı da değil, insanlığın kaderini elinde tutan, ne var ne yoksa sömüren, yağmalayan küresel sermaye ve onun gerisindeki küresel oligarşi... Küresel oligarşinin arkasında da küresel plütokrasi var... Düzen partilerinin hepsi piyasacı, hepsi özelleştirmeci, hepsi sermayenin büyümesiyle refahın artacağını, sorunların çözüleceğini söylüyor... Milyoner ve milyarder sayısının artmasını ‘kalkınma’ olarak sunuyorlar. Yeni bir milyoner yarattıklarında kaç kaç on bin yoksul yarattıklarını bilmezler... Bilselerdi bir şey değişir miydi? Burjuva politikasının kuralı her aşamada düzen partilerinden birini allayıp-pullayıp öne çıkarmaktır... Sekiz yıllık dönemde AKP kendinden bekleneni başarıyla yaptığına göre, artık başka ata oynama zamanı gelmiş olmalı... Yeni bir illüzyon yaratmak için yeni bir umut yaratmaları gerekiyor. Şimdilik yeni illüzyonun adı CHP gibi görünüyor. Oysa insanların illüzyondan kurtulmaya ihtiyaçları var... CHP ister tek başına isterse bir koalisyon hükümeti kursun, unutmayın asıl iktidar her zamanki gibi yağma ve talan cephesi, velhasıl sermaye olmaya devam edecek... Başka türlü olabilir mi? Bir koşulda başka türlü olması mümkün: Paradigmayı değiştirmek...

Emperyalizm ve Anti- Emperyalizm üzerine

Fikret Başkaya
Çarşamba, 21 Mayıs 2008 00:00
Bir ülkenin egemen sınıfının başka ülkeleri ve halkları egemenliği altına alması anlamında emperyalizmin tarihinin, ilk sınıflı toplumların ve devletlerin ortaya çıktığı döneme kadar gerilere gittiğini söylemek mümkündür. Eğer bir ulus başka bir ulusu egemenliği altında tutuyorsa, onu kendine tâbi kılıyorsa, zenginliğine el koyuyorsa, ikisi arasındaki bağımlılık/hâkimiyet ilişkinin emperyalizm tanımına denk geldiği söylenebilir ama bir ülkenin ve halkın bir emperyal gücün egemenliği altına girmesi için mutlaka doğrudan denetim [işgal ve ilhak] gerekmez. Kimi zaman egemenliğin ‘daha yumuşak’ biçimleriyle de bağımlılık, sömürü ve hâkimiyet ilişkilerini sürdürmek mümkün olabiliyor. Emperyal gücün çıkarlarıyla ‘uyumlu’ yerli egemen elitlerin varlığı durumunda, işgal, ilhak veya doğrudan denetime [emperyalist devletin fiziki varlığı] ihtiyaç olmadan da sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri geçerli olabiliyor. Kapitalist emperyalizmin özgünlüğü Etimolojik anlamda [imperium, imperialis] genel bir emperyalizm tanımı yapılabilirse de, kapitalist emperyalizmi mutlaka bu genel tanımın dışında tutmak gerekir. Zira, kapitalizm öncesi [prekapitalist] dönemin emperyalizmiyle, başka türlü ifade edersek, hakimiyet ve bağımlılık ilişkileriyle, kapitalist dönemin sömürü ve bağımlılık ilişkileri arasında önemli farklar bulunmaktadır ki, bu farklılıklar doğrudan kapitalizmin mantığı ve işleyiş ‘yasalarıyla’ ilgilidir. Prekapitalist dönemde üretim esas itibariyle insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleşiyordu ve basit yeniden üretimdi. Söz konusu sosyal formasyonlar haraca dayalı sosyal formasyonlardı. Emperyal bir devlet başka ülkeleri, devletleri, bölgeleri işgal veya ilhak edip birikmiş hazinelerini yağmaladıktan sonra onu haraca bağlar ve kendine bağlı bir yönetim oluştururdu. İlişkinin daha yumuşak versiyonu nüfuz bölgesi denilendi. Bu sonuncu durumda tabiiyet veya aynı anlama gelmek üzere bağımlılık ilişkisi bir uzlaşmaya dayanırdı ve hakim gücün [emperyalist devletin] doğrudan denetimine gerek kalmazdı. Kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı dönemin emperyalizmi veya sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri, önceki dönemdekinden temelli farklıdır. Zira, kapitalizm bir sermaye üretimi ve/veya sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi sistemidir. Üretimin birincil [aslî] amacı doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, değişim değeri üretmektir. Üretim kâr için yapılır ve elde edilen kârın da en büyük kısmının sermayeye dönüştürülmesi gerekir. Dolayısıyla üretim, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olarak yol alabiliyor. Her tekil kapitalist ‘vahşi rekabet’ ortamında her seferinde toplam artı değerin daha büyük bölümüne sahip olmadan, sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Başka türlü ifade edersek, büyümek veya yok olmak ikilemiyle karşı karşıyadır, velhasıl hep ileriye doğru kaçmaktan başka seçeneği yoktur. İkincisi, kapitalizm ücretli emeğin sömürüsüne dayanıyor veya bir ücretli kölelik sistemidir. Mülksüzleşmiş, her zaman sermaye sınıfının [kapitalistlerin] kullanımına hazır bir işçi sınıfını [proletarya] varsayar. Üçüncüsü, sistemin mantığının, işleyişinin ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak, yayılma ve genişleme dinamiği sistemde mündemiçtir [içkindir]. Sürekli olarak bulunduğu mekânların dışına taşma, prekapitalist alanları etkisi altına alma, kendi mantığı ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirme/biçimsizleştirme dinamiğine ve istidâdına [vocation] sahiptir. Fakat yayılma sadece mekânsal veya yatay bir yayılma değildir. Kapitalizm aynı zamanda dikey olarak da genişliyor, daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu alanda dikey olarak da yoğunlaşıyor. İnsan ve toplum yaşamının tüm alanlarını etkisi altına alıp, tüm veçhelerine ve gözeneklerine nüfuz ediyor, insan yaşamını kuşatıp, tüm insan ilişkilerini metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, kamusal [ortaklaşmacı] yaşam alanlarını yok ediyor, velhasıl yaşama dair ne varsa sermayenin etkinlik alanına sokuyor. Yegâne amaç kâr etmek ve kârı büyütmektir... Böylesi bir sistemin insanlığın başına sayısız belalar açması, insanı insanlıktan çıkarması, ekolojik riski büyütmesi şaşırtıcı değildir... Başka türlü söylersek, kapitalizm emperyalizmdir. Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz. Fakat kapitalist gelişme eşitsiz bir nitelik taşıdığı için, her zaman ve kaçınılmaz olarak hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Sistem bir tür pramide benzer ve her aşamada pramidin tepesinde hegemonik bir güç bulunur ve onu ikinci ve üçüncü derecedeki kapitalist devletler gurubu izler. Bir kapitalist ülkenin kapitalist ülkeler hiyerarşisinde hegemonik güç konumuna gelebilmesi için rakipleri karşısında ekonomik [tabii teknolojik], militer ve kültürel/ideolojik üstünlük sağlaması gerekir. Fakat hegemonyayla ilgili iki hatırlatma yapmak gerekir: Birincisi, sistemin mantığının, temel eğilimlerinin ve işleyiş yasalarının bir sonucu olarak, hegemonya mutlak değildir; ikincisi de aynı nedenden ötürü geçicidir. İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde İngiltere hegemonik konumdayken, savaş sonrasında hegemonik konumunu ABD lehine kaybetmesi gibi. Eşelenmesi gereken bir husus da, belirleyici olanın sömürgecilik değil emperyalizm olduğudur. Sömürgecilik veya sömürgeciliğin değişik versiyonları [doğrudan sömürgecilik, yarı-sömürgecilik, yeni sömürgecilik, vb.] emperyalizmin farklı tezahürlerinden ibarettir. Temel ilişkiyi veya bağımlılığın derin çekirdeğini oluşturansa emperyalist bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri veya aynı anlama gelmek üzere, sömürüye, eşitsizliğe ve hiyerarşiye dayalı ilişkiler bütünüdür. Bazı ülkelerin doğal ve beşeri kaynaklarına kapitalist hiyerarşinin yükseklerindekilerin el koyması, sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkilerinin devam etmesidir. Emperyalist hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri çok yönlü ve kapsayıcıdır. Ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, vb. veçheleri kapsar. Doğrudan sömürge statüsündeki bir ülkenin politik bağımsızlığa kavuşması, onun emperyalizmden koptuğu, kapitalist ekonomiler hiyerarşisindeki konumunun değiştiği anlamına gelmez. Kapitalizmin sanayi kapitalizmi aşamasına rastlayan 1800 yılında Batılı kapitalist [emperyalist] devletler yeryüzünün % 55’ini hâkimiyetleri altında tutuyorlardı ama doğrudan denetledikleri alan % 35 di. 1878 emperyalist devletlerin denetledikleri alan % 67’ye, Birinci emperyalistler arası savaş [1914] öncesinde ise söz konusu oran % 84,4’e yükselmişti. İkinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında doğrudan sömürgecilik büyük ölçüde tasfiye edildi, şimdilerde nerdeyse doğrudan sömürge statüsünde ülke kalmadı ama bugün eski sömürgeler [Üçüncü Dünya Ülkeleri] doğrudan sömürge oldukları dönemdekinden daha çok emperyalist sömürüye maruz durumdalar. Söz konusu ülkelerin beşeri ve doğal kaynaklarına ve zenginliğine emperyalist ülkeler el koymaya devam ediyor. Elbette bununla politik bağımsızlığın önemsiz olduğunu imâ ediyor değiliz. Lâkin bağımlılık bir bütün olarak tasfiye edilmedikçe, radikal bir kopuş gerçekleşmedikçe, paradigma değişmedikçe, söz konusu ülkeler kendi ‘gerçeklerine’ kendilerini sömürgeleştirenlerin gözüyle bakmaya devam ettikçe, kendilerini sömürgeleştirenleri yakalama, onları taklit etme, onlara benzeme perspektifini terketmedikçe, gerçek bir ‘bağımsızlık’ mümkün değildir. Politik planda bağımsız bir ülkenin yöneticileri bu konumlarını farklı emperyalist güçler arısındaki çelişkilerden yararlanmak için kullanabilir ama bunun sanıldığı kadar önemli olmadığını söylemekte bir sakınca yoktur. Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer doğrudan sömürgecilik olmadan da emperyalist sömürü, bağımlılık, hâkimiyet ve şartlandırma ilişkileri mümkün oluyorsa, doğrudan sömürgeciliğe neden gerek duyuluyor? Kapitalist işletmeler arasındaki rekabet ulusal düzeyden uluslararası düzeye sıçradığında [ki bu kaçınılmazdır] devletlerin rekabetini davet ediyor. Dolayısıyla savaşlar, işgaller, belirli stratejik bölgeleri doğrudan denetim altına almak ve/veya askerî üsler oluşturmak zorunlu hale geliyor. Bu sayede söz konusu bölgeler bir tek kapitalist ülkenin ‘korunmuş alanı’ haline gelip rakiplere yasaklanıyor. Böylece doğrudan sömürge statüsüne indirgenmiş ülkenin hem ucuz hammaddelerini [tarım ürünleri, madenler, vb.] ve işgücünü kullanmak, hem de emperyalist rakipleri oradan uzak tutmak, sömürgeci/emperyalist devletin sanayi ürünleri için hazır bir pazar mümkün hale geliyor. Kapitalizm emperyalizmdir Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi demek olan kapitalist üretim tarzı, bu niteliğin bir sonucu olarak, yayılma, genişleme, bulunduğu [ilk defa ortaya çıktığı] mekânın dışına taşma eğilimi ve dinamiği taşıyor. Bu nitelikten ötürü de kapitalist sistem fıtraten emperyalisttir. Dolayısıyla, birincisi, emperyalizm kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış bir şey değildir. Yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren emperyalisttir; ikincisi, bazı burjuva akıl hocalarının iddia ettiği gibi arizi, geçici, kimi kralların, imparatorların ihtirasının, güç ve iktidar hırsının, megaloman hezeyanlarının sonucu değildir. Eğer emperyalizm bir kapitalist devletin görece daha zayıf başka ülkelerin beşeri [işgücü] ve doğal kaynaklarına el koyması, onu sömürmesi, kendine bağımlı kılması, toplumsal yapısını çarpıtması, onu doğal gelişme rotasından çıkarması, kültürünü tahribetmesi, kimliğini aşındırması, tarihine yabancılaştırması, vb. demekse, kapitalist gelişme sürecinin sadece belirli aşamasını emperyalist olarak nitelemek uygun değildir. Bu yüzden kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı [yaklaşık Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan 1492 sonrası] andan itibaren emperyalistti. O halde emperyalist aşamadan değil, emperyalizmin aşamalarından söz etmek gerçeğe daha uygundur. Özgün, orijinal bir üretim tarzı olarak kapitalizm tarih sahnesine ilk çıktığı dönemde sermaye birikimi, ticari sermayenin birikimiydi. Bu, iktisat tarihçilerinin merkantilist dedikleri ama merkantilist emperyalizm denmesi gereken dönemdi. Söz konusu dönemde biriken ticari sermaye, 18.’inci yüzyılın sonunda ortaya çıkan sanayi kapitalizminin [sanayi devrimi] temelini oluşturdu. Kapitalizmin merkantilist emperyalizm aşamasında en büyük tahribat Yeni Dünya denilen Amerika Kıtası’nın orta ve güney bölgeleriyle Afrika’nın batısında gerçekleşti. Fakat bu dönem sadece Amerika’nın Avrupalı ırkçılar tarafından Kızıl Derili denilen ilk halkların birikmiş hazinelerinin yağmalanması, uygarlıklarının tarih sahnesinden silinmesi, Afrikalı Siyahların avlanıp-köleleştirilerek altın ve gümüş madenlerinde ve tarımsal plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Yeni Dünyaya taşınması, köle ticaretinden ibaret değildi. Aynı zamanda Amerika’nın ilk halklarının jenoside tâbi tutulmasıydı. “Kolomb Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, onaltıncı yüzyılın ortasında [60 yıl sonra] Amerika’da yaşayan nüfus 10 milyona inmişti... Hıristiyan Batılılar yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı Hıristiyan Cennetine göndermeyi başarmışlardı... XVI’ıncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek ‘büyük bir başarı’ olmalıydı.” Merkantilist emperyalizm aşamasında sömürgeleştirilmiş bölgelerden taşınan zenginliğe dair çok sayıda veri bulunuyor ama sadece iki hatırlatma fikir edinmek için yeterlidir: “Hamilton, Latin Amerika’nın 1503 ve 1600 yılları arasındaki toplam altın ve gümüş ihracatının 500 milyon altın pezosu aştığını tahmin ediyordu; Colenbrander’e göre, Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın, Endonezya’dan sağladığı kâr paylarının, görevlilerin oradan gönderdikleri paraların ve gemilerle sevkedilen baharatın toplam değeri 1650-1780 dönemi için 600 milyon altın florine yükseliyordu. R.P. Rinchon’un hesaplamaları esas alınırsa, XVIII. yüzyılda Fransa’da zenci ticaretinden elde edilen kârlar [zencilerin çalıştırılmasının sağladığı ve birkaç milyarı bulan gelir hesaba katılmaksızın] aşağı yukarı yarım milyar livres - tournois’yı bulmuştu. Batı Hindistan zencilerinin Britanya’da çalıştırılmasından elde edilen gelirler 200-300 milyon sterline yükselmiştir.” “1750-1800 döneminde Britanya’nın, Hindistan’ın yağma edilmesinden sağladığı kârın 100-150 milyon altın sterlin olduğunu ileri sürmek mübalağa değildir. Toplam meblağ bir milyar sterlini aşıyor, yani bütün Avrupa’da 1800 yıllarına doğru buhar gücü ile işleyen sınaî işletmelerinin tümünün sermayesinden daha fazladır.” Emperyalizmin ve sömürgeciliğin birinci aşaması olan merkantilist dönemde, bugün de az-çok geçerli çevre-merkez kutuplaşması henüz tamamlanmamıştı. Kutuplaşma sanayi devrimi denilenle birlikte tamamlanacaktı. O dönemden sonra dünya sanayileşmiş ve sanayileşmemiş veya sanayisi emperyalist saldırı sonucu tasfiye edilmiş ülkeler olarak iki kutba ayrıldı ve kapitalizm bir dünya sistemine dönüştü. Birinciler sanayi malları üretip ihraç ediyor, ikinciler de tarımsal mallar, madenler üretip ihraç ediyordu ve bağımlı ülkelerin [sömürge ve yarı-sömürge ülkeler] insanları ve toprakları emperyalist merkezlerin ihtiyacı olan malları üretmeye koşulmuştu. Sömürü, bağımlılık, şartlandırma, kültürel yabancılaşma, vb. bakımından sanayi kapitalizmi öncesi [merkantilist] ve sonrası dönemde esasa dair bir fark yoktu. Hakim burjuva ideolojisi dünyanın geri kalanında gerçekleşen yıkımı, tahribatı, yağma ve talanı her zaman olumlu, ilerletici bir faktör, üretici güçleri geliştiren bir unsur, velhasıl uygarlaştırıcı misyonun gereği olarak sunmayı başardı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl tarihsel sol da bu durumu olumlu ve arzulanır bir şey olarak görme eğilimindeydi. Bilindiği gibi emperyalizm sadece ekonomik bir kategori değildir. Toplumsal yaşamın tüm veçhelerini angaje eden bir süreç, dolayısıyla ekonomik, politik, sosyal, kültürel-ideolojik, etik, ekolojik veçheleri bir bütün olarak kapsar. Belirli bir eşik aşıldıktan sonra, sömürge hakları -en azından yerli işbirlikçi egemen sınıflar- kendi gerçekliğine yabancılaşıyor ve kendini sömürgecinin sunduğu aynada görmeye başlıyor ki, bu yüzden asıl sömürgecilik zihinsel-ideolojik-entelektüel mahiyette olandır... XIX’uncu yüzyılın sonunda tekellerin, büyük firmaların, tröstlerin, konzernlerin, vb. oraya çıktığı döneme emperyalist demek adettir. Dolayısıyla emperyalizm kavramı kapitalizmin bir aşamasını tanımlamak için kullanılıyor. Bunun anlamı önceki dönemin emperyalist olmadığıdır... Eğer öyleyse, söz konusu dönem sonrasında [ondokuzuncu yüzyılın sonu yirminci yüzyılın başı] sömürü ve bağımlılık ilişkileri, sömürge ve yarı sömürge ülkeler ve emperyalist merkezler arasındaki ilişkiler bakımından neyin değiştiği, hangi yeni unsurların ortaya çıktığının açıklığa kavuşturulması gerekir. Aslında XIX. Yüzyılın sonu XX. Yüzyılın başı, sömürgeler veya bağımlı ülkeler ve toplumlar bakımından değil, emperyalist ülkeler cephesi bakımından bir özellik arzediyordu ve bu durum esasa ilişkin bir yenilik değildi. Büyük kapitalist devletlerarasındaki rekabet şiddetlenmiş, emperyalistler arasında bir çatışma durumu ortaya çıkmıştı. Bu da global olarak sermeye için pazar sorununun kendini dayatmasının sonucuydu. Yarışa ilk başlayanları [İngiltere, Fransa, Hollanda...] yeni yetmeler [Almanya, ABD, Japonya...] izliyordu ve bölüşülmüş olanı yeniden bölüşmeyi dayatıyordu. Zaten iki emperyalistler arası savaşın nedeni de bu idi. Latince bir deyim tarde venientibus ossa [sofraya geç gelene kemik kalır] der. Sofraya geç gelenlerin kemikle yetinmeleri mümkün değildi. Gerçekten emperyalizmin söz konusu döneme özgü bir olgu olduğu söylenirse, yüzyıl sonrasının, bugünün [XXI. yy. başı] kapitalizmine de bir isim bulmak gerekirdi... Şimdilerde tam bir edeb-i kelâm ile küreselleşme denilenle beş yüz yıl kadar geriye giden dönemler bakımından hangi ayırdedici unsurlar tespit edilebilir? Şimdilerde emperyalizm dememek için küreselleşme deniyor ve küreselleşmeye ayak uydurmak da bir marifet olarak sunuluyor. Oysa insanlık ve uygarlık kapitalizmin tarihinin hiçbir aşamasında olmadığı ölçüde kapsamlı bir saldırıya maruz... Kavramlar dünyasını ilgilendiren bu durum, esas itibariyle sınıfsal güçler dengesinin ezilen halklar/ sömürülen sınıflar aleyhine dönmesinin sonucu. Güç dengesi emekçi sınıflar ve ezilen halklar aleyhine döndüğünde, egemenin söyleminin etkinliğini artırması şaşırtıcı değildir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, küreselleşme veya aynı anlama gelmek üzere emperyalizm, sistemin temel eğiliminin, yayılma ve genişleme dinamiğinin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Fakat yayılmanın, genişlemenin, küreselleşmenin kapsam ve sınırını belirleyen, sermayenin tek yanlı tercihleri değildir. Yayılmanın ve genişlemenin [emperyalizmin] kapsam ve yoğunluğunu belirleyen, saldırıya maruz kalanların, sömürülen sınıfların/ ezilen halkların direnci veya karşı saldırısı, başka türlü söylersek karşılıklı güçler dengesinin seyridir. Bu bakamdan kapitalizmin/emperyalizmin yaklaşık beşyüz yıllık tarihinde üç kapsamlı saldırı/karşı saldırıdan söz etmek mümkündür. Birinci kapsamlı saldırı, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemdir. Bu döneme köle isyanları damgasını vurmuştu. İkincisi, dünya ölçeğinde kutuplaşmanın [polarizasyonun] tamamlandığı, uluslararası işbölümünün çevre/merkez işbölümü olarak yerleştiği dönemdir. Bu döneme de sosyalist devrimler ve kurtuluş savaşları damgasını vurmuştu. Şimdilerde [özellikle 1980’ler 1990’lar sonrasında] küreselleşme denilen neoliberal emperyalist saldırı söz konusu, henüz yeteri kadar kristalize olup netleşmemekle, olgunlaşmamakla birlikte, bu kapsamlı saldırıya dünyanın her yanında tepkilerin yükseldiğini rahatlıkla söylemek mümkündür ve bu anlaşılır bir şeydir. Zira saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da vardır ve saldırı/karşı saldırı diyalektiği eşyanın tabiatine içkin [mündemiç] bir şeydir. İkinci emperyalistler arası savaş sonrası: Kolektif emperyalizm Paylaşılanı yeniden paylaşmanın ikinci denemesi olan ikinci emperyalistler arası savaşın sonunda, emperyalist blok veya emperyalist hiyerarşi bakımından ‘ilginç’ bir tablo ortaya çıktı. Japonya çökertildi, Almanya parçalandı fakat galipler cephesinin iki büyük sömürgeci-emperyalist gücü olan İngiltere ve Fransa da savaştan büyük yara alarak, güç kaybederek çıktılar. Buna karşılık ABD savaşın asıl galibiydi. Savaştan sadece gücünü artırarak çıkmadı, tartışmasız bir hegemonik güç haline de geldi. Tek başına dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını sağlıyordu, en ileri teknolojilere ve mutlak silah [atom bombası] tekeline sahipti. 1910’lu yıllardan beri devam eden ‘hegemonya krizi’, ABD’nin pramidin tepesine oturmasıyla aşılmıştı: artık ABD tartışmasız hegemonik bir güçtü. Fakat ABD daha fazlasını istiyordu. Önceki dönemde geçerli İngiltere’nin serbest ticaret emperyalizminin yerine kendi projesi olan serbest teşebbüs emperyalizmini ikâme etmek istiyordu. Bunun için sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonunun tasfiye edilmesi gerekiyordu. Aksi halde az sayıda sömürgeci-emperyalist gücün ‘korunmuş alanları’ olan sömürgelere ABD mallarının ve sermayesinin girişi mümkün olmazdı. O halde iki şey yapılmalıydı: Birincisi, sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonu tasfiye edilmeli; ikincisi de ‘bağımsızlığa’ kavuşan yeni devletlerin “genç ulusların” emperyalist dünya sisteminden kopmaları engellenmeliydi. Eğer söz konusu ülkeler emperyalizmden koparsa, bu ABD bakımından dimyata pirince gitmek anlamına gelirdi. Emperyalist blokta ABD önderliği ve şemsiyesi altında Batı Avrupa ve Japonya’yı kapsayan bir kolektif emperyalizm oluşurken, yeryüzünün lânetlileri cephesi de kolektif sömürgeler haline getirilmek isteniyordu. Bu amaçla Birleşmiş Milletler ve çevresinde bir dizi kurum ve mekanizma oluşturuldu. ‘Bağımsızlığa’ kavuşan ülkeler Birleşmiş Milletlere üye oluyor ve bir tür ‘temsil yanılsaması’ yaratmak mümkün hale geliyordu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bir tür her bir ülkedeki parlamentoların işlevine benzer bir işlev görüyordu. BM dahilinde oluşturulan bir dizi örgüt: UNESCO, UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü [WHO], tarım örgütü [FAO], vb. esas itibariyle mistifikasyon yaratan meşrulaştırma araçları işlevi görecekti. Onları kolektif emperyalizmin dünya ekonomisini yönetmek üzere oluşturduğu kurumlar izliyordu: GATT [ bugünkü Dünya Ticaret Örgütü [WTO], IMF, Dünya Bankası [WB], bölgesel ‘kalkınma bankaları’, vb. Nihayet askeri paktlar: NATO, CENTO, SEATO,.. Emperyalist blokta ABD önderliği ve şemsiyesi altında kolektif emperyalizm oluşurken, önceki dönemde her bir tekil sömürgeci-emperyalist gücün [metropolün] doğrudan sömürgesi olan ülkeler de kolektif emperyalizmin kolektif sömürgesi haline getirilmek isteniyordu. Eşelenmesi gereken birinci husus budur. İkincisi de emperyalist yöneticilerin bir tespitine dayanıyordu: Uzunca bir doğrudan sömürgecilik döneminde emperyalizme bağımlı, varlığı sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin devamına bağlı yerli elitler oluşmuştu. Söz konusu elitler [ekonomik veya Batı eğitimi almış diplomalılar] artık kendi gerçekliklerine sömürgecilerin gözüyle bakar hale gelmişlerdi. Varlığı sömürgeci ilişkilerin varlığına bağlı bir komprador ‘ekonomik-ticari’ kesim oluşmuşken, söz konusu ülkelerin ‘aydın’ denilen diplomalıları kendi ülkelerinin de emperyalist ülkeler gibi “zengin-müreffeh” olabileceğine ‘inanıyorlardı’... Aslında bu benim sömürgeciliğin içselleşmesi dediğim durumdu. Batı’nın rahle-i tedrisinde geçmiş, ırkçı-avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmayla mâlûl söz konusu ‘yerli’ elitler, Batı gibi olmak için siyasi bağımsızlığın yeterli olduğunu düşünüyordu. Oysa bir başına siyasi bağımsızlık, bir bayrak bir milli marş, bir devlet başkanı, bir radyo istasyonu, vb. bağımsızlık için asla yeterli olmayacaktı. O halde birincisi, söz konusu ülkeleri emperyalist metropole bağlayan ekonomik, ticari, politik, kültürel-ideolojik, estetik, vb. ilişkilerde radikal bir kopuşun gerçekleşmesi gerekiyordu; ikincisi ve daha da önemlisi, Batı gibi olma, onu yakalama, “kalkınmacı paradigmanın” dışına çıkmayı gerektiriyordu. Yeni bağımsızlığa kavuşan ‘genç devletler’ Batı’yı yakalama perspektifine kilitlendiklerinde kaybetmişlerdi. Ulusal kurtuluş hareketlerinin bir kısmı da zaten bilinen anlamda ‘ulusal kurtuluş hareketi’ sayılmazdı. Bazı Afrika ülkelerinin anayasalarının İngiliz sömürgeler bakanlığında hazırlandığı, bağımsızlık öncesi Afrika’dan getirilen öğrencilerin İngiliz okullarında eğitildikleri biliniyor. Bunlar istisna da olsa kurtuluş hareketlerinin sadece bir kısmı radikal hareketlerdi. Zaten radikal hareketler sonucu bağımsızlığa kavuşan ülkeler çeşitli yöntemlerle [ABD tarafından peydahlanan darbeler, suikastlar, komplolar, vb. ile etkisizleştirilecekti. Buna rağmen Üçüncü Dünya denilen ülkeler grubunun oluşması [daha sonra Bağlantısızlar Hareketi] uluslararası güç dengelerini değiştirmişti. Kolektif emperyalizmin karşısında sadece sosyalist denilen ülkeler grubu yoktu, yüzyıllardır ‘sofradan uzak tutulan’ Üçüncü Dünya halkları da bir aktör olarak sahnedeydi. 1955 Bandung Konferansıyla dünya’da yeni bir rüzgar esiyordu ve emperyalist odakları telaşlandırıyordu. Yaklaşık 30 yıllık hegemonya krizi sonrasında ve ikinci savaşın ardından dünya hegemonyası hayalleri gören ABD yönetici sınıfı bu projesinin önünde iki engelle karşılaşmıştı: Sovyetler Birliği liderliğindeki planlı ekonomiler ve bir aktör olarak dünya sahnesine çıkan Üçüncü Dünya Rejimleri. Söz konusu rejimlerin 1970’lerin sonundan itibaren neden etkisizleştikleri, 1980 sonrasında da nasıl yeniden kompradorlaştıkları önemli olmakla birlikte, burada tahliline girmek uygun değil. Fakat 1980’lerin sonunda Sovyet sisteminin de çökmesiyle ABD’nin yüzyıllık projesini gerçekleştirme hevesine yeniden kapıldığı ortada... Anti-emperyalizm ne değildir? Eğer kapitalizm emperyalizm ise, kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı çıkmak, anti-emperyalist olmak mümkün değildir. Bu nedenle, kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmayan bir politik hareketin anti-emperyalistlik iddiası boştur. Eğer kapitalizmden ayrı bir emperyalizmin varlığı kabul edilirse, bu kaçınılmaz olarak ‘milli kapitalizm’ diye bir şeyin de kabulü anlamına gelecektir. Oysa sermayenin vatanı yoktur. Vatan ulusal sınırlar içine hapsedilmiş ezilen/sömürülen sınıflar içindir. Bu yüzden ulusal sınırlar, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi kitleler ve mütevazı toplum kesimleri için bir tür hapishane duvarı işlevi görüyor. Bu güne kadarki anti-emperyalist denilen mücadelelerin ve sosyalist olduğu söylenen deneylerin başarısızlığı, kapitalizmden radikal bir kopuş perspektifine sahip olmamalarındandı. Kurtuluş savaşları anti-sömürgeciydi ama gerçek anlamda anti-emperyalist sayılmazlardı, zira, ulusal bir kapitalizmin mümkün olduğu, emperyalist dünya sistemi içinde kalarak, karşılıklı bağımlılık koşullarında emperyalist metropolleri yakalamanın mümkün olduğu tespitine dayanıyordu. Anti-sömürgeci [anti-koloniyalist] mücadeleler sonucu oluşan Üçüncü Dünya Devletleri, kapitalizmden değil, tekil emperyalist metropolden koptular ve kolektif emperyalizmin kolektif sömürü alanları haline geldiler... Eşitsiz ilişkiler, sömürü/bağımlılık ve hakimiyet ilişkileri sadece biçim değiştirdi. Yegâne kayda değer yenilik, yönetimin ‘yerli’ unsurlara devredilmesiydi. Zira, üretim ilişkileri ve uluslararası işbölümü hiçbir köklü değişikliğe uğramamıştı. Velhasıl ilişkinin yönü ve mahiyeti değişmedi. Yegâne değişiklik, emperyalist ilişkiler bütününe dokunmadan yerli elitlerin daha hızlı zenginleşmesinin mümkün hale gelmesiydi... Aynı şekilde Sovyetler Birliği tarafından yeni bağımsızlığa kavuşan ülkelere ihraç edilen, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan veya öyle olduğunu sanan ‘devrimci’ kesimlerce benimsenen ‘milli demokratik devrim’ ve onun bir versiyonu olan ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’ türü safsatalar da kapitalist paradigmanın dışında değildi. Nitekim olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Kapitalizmin mantığını, temel eğilimlerini ve işleyiş yasalarını sorun etmeyen bir hareketin anti- emperyalistlik iddiasında bulunmasının hiçbir kıymet-i harbiyesi ve başarı şansı yoktur. Asıl sorun gözden kaçtığında, sorunun kökenine inilmediğinde, radikal bir yaklaşım yokluğunda, yabancı düşmanlığı [Batılılara karşı düşmanlık] anti-emperyalizmle özdeş sayılıyor. Anti- amerikancı olmak neden anti-emperyalist olmanın yeterli koşulu sayılsın? Üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken bir husus da milli yarar veya aynı anlama gelen ulusal çıkar diye bir şeyin imkânsızlığıdır. Sınıflara bölünmüş, uzlaşmaş çelişkilerle mâlül bir sosyal formasyonda milli yarar söylemi ahmakları aldatmak içindir. Herhangi ekonomik/sosyal bir politikanın ulusun tamamının çıkarına olması için sınıfsal karşıtlıkların, sömürü ilişkilerinin olmaması gerekir. Mesela bir dizi kamu hizmetinin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb] özelleştirilmesi asla ulusal çıkar veya milli yarar gerekçesine dayandırılarak savunulamaz. Zira özelleştirme sermayenin değerlenme yeteneğini, kâr oranını, dolayısıyla sömürüyü derinleştirmek için yapılmaktadır. Böyle bir politik tercihin geniş emekçi kesimler için ifade ettiği anlam sermaye ve çevresi için ifade ettiğinden farklıdır. Bu yüzden işçi sınıfına dahil olanların çıkarı, kendi konumundaki başka ülkelerdeki işçi sınıflarıdır. Bu yüzden ‘milli demokratik devrim’ türü teoriler birer tuzaktır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin müttefiki kendi egemen sınıfları değil, başka ülkelerin ezilen/sömürülen sınıflarıdır... Bu konuda nüanse edilmesi gereken birşey de, emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının emperyalist sömürüden pay aldıkları, dolayısıyla dünyanın çevresindeki işçi sınıfı ve ezilenlerden çok, kendi kapitalistleriyle, daha kapsayıcı bir kavram olan kendi burjuva sınıflarıyla çıkar birliği içinde olduklarıdır. Kapitalizmin mantığından, temel eğilimlerinden ve ‘hareket yasalarından’ haberdar olanların bu görüşü kolaylıkla kabullenmesi mümkün değildir. Emperyalist merkezlerde -metropol kapitalist ülkelerde- işçi sınıfı hareketinin ve sendikacılığın yozlaşmasının başka nedenlerinden söz etmek elbette mümkündür ama kapitalizmi aşmayı amaçlayan sosyalist hareketlerin hedefinden sapmasını, metropollerdeki işçi sınıfının emperyalist sömürüden nemâlandığı dolayısıyla ‘suç ortağı’ olduğu gerekçesine dayandırmak şeyleri hafife almak, değilse gerçeğin üstünden atlamaktır. Avrupalı, Amerikalı, Japon, vb. kapitalistler dünyanın uzak köşelerine elde ettikleri artı-değeri ‘kendi’ işçi ve emekçi sınıflarıyla paylaşmak için mi gidiyorlar? Bu önemli sorun üzerinde bu kısa yazıda daha fazla durmak uygun değil, yine de bir hatırlatma yapmak gerekiyor: İngiliz emperyalizminin zirvede olduğu XIX. yüzyıl boyunca İngiliz işçi sınıfının da görece ‘daha iyi durumda’ olması gerekmez miydi? Gerçek durum tam da bunun tersiydi. Dış sömürünün derinleşmesine iç sömürünün derinleşmesi eşlik ediyordu. O halde emperyalist metropollerdeki işçi sınıfının kapitalist dünya sisteminin çevresindeki işçi sınıfları ve emekçilere göre görece daha iyi durumda oluşları, doğrudan verilen mücadeleler sonucu kazanılan mevzilerle ilgilidir. Emperyalist burjuvazinin verdiğinden değil de işçi sınıflarının kazandığından söz etmek... Batı’da refah devleti veya sosyal devlet denilen emperyalist burjuvazinin bir lütfu değildi... Elbette egemen sınıflar cephesi bakımından paralel bir durum var. Üçüncü Dünya egemen sınıflarının gerçek müttefiki ‘kendi’ işçi sınıfları değil, emperyalist burjuvazidir. Nitekim 1991 Körfez Savaşında firarî Iraklı askerler köylerde, kasabalarda, şehirlerde antikapitalist-anti-emperyalist şuralar [konseyler] oluşturmaya başladıklarında, ABD hemen askerini Iraktan çekmiş ve Saddam Hüseyin’in söz konusu şuraları ezmesine imkân yaratmıştı. Elbette bunu söylerken, emperyalist burjuvazi ile Üçüncü dünyadaki egemen elitler arasında çelişki yoktur denmek istenmiyor. Şüphesiz çelişki vardır ve olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bununla sadece çıkar birliğinin çelişkiden daha önemli olduğu söylenmiş oluyor... Şimdilerde anti-emperyalist olduklarını söyleyen iki akım var Politik İslam ve ‘Ulusalcılık’. Politik İslam’ın ne mülkiyet sorunuyla ne da kapitalizmle ilgili bir sorunu, veya kaygısı var. Üretim ilişkilerini hiçbir zaman sorun etmiyor. Alternatif bir toplum projesine de sahip değil. Yegâne amacı iktidarı ele geçirmek. Böyle bir hareketin anti-emperyalistlik iddiasının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Esasen orada söz konusu olan, anti- emperyalizmden çok yabancı düşmanlığıdır. İçerdeki sorunların nedeni [elbette tek neden emperyalizm veya dış sömürü değil] olarak kapitalist emperyalizm değil yabancılar, Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, vb. görülüyor ve bu tür bir ideolojik manipülasyonla kitleleri aldatmak, oyalamak kolaylaşıyor. Daha da önemlisi, Politik İslam’ın daha baştan ideolojik-politik bir manipülasyon aracı olarak bizzat emperyalistler tarafından ‘icat edilmiş’ olmasıdır. Politik İslam daha 1920’li yıllarda İngiliz oryantalistleri tarafından peydahlanmıştı. ‘Ulusalcıların’ anti-emperyalizm söyleminin de hiçbir inandırıcılığı yok. Kapitalizm, mülkiyet, üretim ilişkileri, sömürü, toplumsal eşitsizlik, vb. kavramlara gönderme yapmadan, üstünden atlayarak, anti-emperyalizmden söz etmeleri kendilerini ve kitleleri oyalama amaçlı ideolojik manipülasyondan başka birşey değildir. Yukarıda da kısacı değinildiği gibi, milli bir kapitalist sınıfın varlığı tespitine dayanıyor. Oysa ortada emperyalizmden bağımsız, çıkarları emperyalist hakim sınıfların çıkarlarıyla çelişen bir kapitalist sınıf yok. Buralardaki [çevredeki] kapitalist sınıflar emperyalist sermayenin uzantısı, parçası veya bileşenidir, üstelik ilişkinin yönü de emperyalist metropollerden çevreye doğrudur... Durum böyleyken ‘kendi kapitalistlerini’ dışarıdakilere [emperyalist sermeye] karşı korumaya çalışmak aymazlık, değilse bir şeyi olmadığı yerde aramaktır... Bu yüzden kendilerine ulusalcı diyenler her zaman ve her koşulda emperyalizmin ‘doğal müttefikidirler’ ve söylemleri bir kuruntudan ibarettir. Bir devlet işletmesi [KİT] özelleştirildiğinde, eğer söz konusu işletmeyi ‘milli’ sandıkları bir sermaye grubu satın alırsa onu alkışlıyorlar ama aynı işletmenin yabancılara satılmasını sorun ediyorlar. Oysa sermayenin yerlisiyle yabancısı arasında ‘Çin seddi’ yoktur. Sermayenin ne kadarının yerli, ne kadarının yabancı olduğu hem pek belli değildir, hem de önemsizdir. Sermayenin vatanı olmadığına göre... İkincisi, milli yarar siyaseti, mevcut sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürmenin, kitleleri aldatıp-oyalamanın ideolojik aracından başka bir şey değildir... İnsanlığın kurtuluşu kapitalist emperyalizmden kurtulmaya bağlı. Bunun da yolu ezilen halkların, sömürülen sınıfların enternasyonalizmini oluşturmaktan geçiyor. Fakat öncelikle ve vakitlice XXI’inci yüzyılı bir Amerikan yüzyılı yapmak gibi canice emeller taşıyan, serbest teşebbüs emperyalizmini dolayısıyla da militarizmi ve savaşı dayatan ABD’nin bu netâmeli jeostratejik saldırısına karşı durmak ve söz konusu projeyi daha geç olmadan boşa çıkarmak gerekiyor... Kardelen, 22 Nisan 2008. Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya – Sosyal Sefaletin, Ekolojik Felaketin, Etik Yozlaşmanın Kökeni, Özgür Üniversite Kitaplığı, 3. Baskı ss. 20-21, Ankara 2006. Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, Türkçesi Orhan Suda, Özgür Üniversite Kitaplığı, s. 405, Ankara 2008. Ernest Mandel, ibid, s. 405.

Arif Doğan mahkemede JİTEM'i savundu

Arif Doğan mahkemede JİTEM'i savundu
İkinci Ergenekon davasının tutuksuz sanığı emekli Albay Arif Doğan, mahkemede dün ve bugün alınan ifadesinde Genelkurmay'ın 'JİTEM yoktur' açıklamasını net bir dille yalanladı. Eski PKK itirafçısı JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan'ın kendisi tarafından öldürtüldüğünü, İsveç'teki Aygan'ın ise Aygan olmadığını, bunun DNA testiyle de doğrulanabileceği şeklinde kafa karıştırma amaçlı olduğu tahmin edilen açıklamalar yaptı. JİTEM'in sorumluluğunu tek başına üstlenmeye çalıştığı gözlerden kaçmayan Doğan'ın JİTEM elemanlarını övmesi ve 'JİTEM olmasaydı bugün 80 bin asker ölmüş olacaktı' gibi ifadelerle kendisini ve örgütü kahraman göstermeye çabalaması dikkat çekti. Terörle mücadele adına hareket ettiği ileri sürülen JİTEM'in masum insanlara karşı yargısızca işlediği çok sayıda cinayetle insanları devletten nefret ettirdiği, Kürt vatandaşlardan bir çoğunun bu nedenle PKK saflarına katıldığı hatırlatılarak örgütün terörü daha da arttırdığı ileri sürülüyor. Çok sayıdaki Türk subayının da yine örgütçe suikaste uğradığı, örgütün uyuşturucu ve kaçakçılık işleriyle uğraştığı ileri sürülüyor. Bu iddialar bizzat JİTEM elemanlarınca dile getirilmekte. Ergenekon ve Albay Cemal Temizöz davaları gibi örgütü kısmen konu alan davalar haricinde, doğrudan JİTEM'i konu alan Diyarbakır'da açılmış davalar da halen görülmekte.

Balyoz Davası nedeniyle ara verilen Ergenekon davalarına 2 ay aranın ardından dün devam edildi. YP Genel Başkanı Tuncay Özkan, Gazeteci Mustafa Balbay ile halen hastanede tedavi gören Mehmet Haberal'ın da aralarında bulunduğu 27'si tutuklu 110 sanıklı davanın 96'ncı duruşmasına 600 izleyici gelince izdiham yaşandı. Duruşmada ilk kez dinlenen emekli Albay Arif Doğan, Genelkurmay ve Jandarma Komutanlığı tarafından doğrulanmayan JİTEM'in kadrolu bir kuruluş olmadığını belirterek, "Geçici bir süre denenmek için kurulmuş operatif istihbarat birimidir" dedi. PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan diye basına açıklamalar yapan kişinin aslında başka birisi olduğunu ileri süren Doğan, "Abdülkadir Aygan'ı ben öldürttüm.Ölmüş adamı kullanıyorlar. İsveç'de yaşadığı söyleniyor. Çocuklarıyla gelsin DNA testi yapılsın. Kesinlikle o olmadığı ortaya çıkar" diye konuştu. İkinci Ergenekon davasının tutuksuz sanığı emekli Albay Arif Doğan, mahkemede alınan ifadesinde Genelkurmay'ın 'JİTEM yoktur.' açıklamasını net bir dille yalanladı. Dün Silivri'de görülen 96'ncı duruşmaya doktorlar eşliğinde ve tekerlekli sandalyede gelen Doğan, "JİTEM kadrolu bir kuruluş değildir, geçici süre için kurulmuş operatif istihbarat birliğidir. İstihbarat artı icraattır." dedi. JİTEM'in, özel yetişmiş 10 bin kişiden oluştuğunu belirten Doğan, Hizbulkontra örgütünü de Hüseyin Velioğlu'na kendisinin kurdurttuğunu savundu.

Doğan'ın ifadeleri JİTEM davasını da etkileyecek • İkinci Ergenekon davasının 96. duruşması İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce Silivri'de dün görüldü. Duruşmada salona tekerlekli sandalyeyle gelen tutuksuz sanık emekli Albay Arif Doğan'ın savunmasına geçildi. 'Silahlı terör örgütü üyeliği, yasak bilgiler temin etme, ruhsatsız silah bulundurma' suçlarından yargılanan Doğan, hakkındaki suçlamaları kabul etmediğini söyledi. JİTEM'le ilgili açıklamalarda bulundu. Vatan haini olmadığını anlatan Doğan, "JİTEM benim. Veli paşama (Veli Küçük) devrettiğim Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'dır. JİTEM benimle vardır. Diyeceksiniz 'sen devlet içinde devlet misin', hayır değilim. 'JİTEM legal değil' diyorlar. Genelkurmay, Jandarma inkar ediyor. Arif Doğan manyağı çıkmış... Kimseye 'yalan söylüyor' demiyorum ama ben söyleyeceğimi de söylerim. JİTEM kadrolu bir kuruluş değildir, geçici süre için kurulmuş operatif istihbarat birliğidir. İstihbarat artı icraat bir arada.'' ifadelerini kullandı.

JİTEM uyuşturucuya bulaşmamış! • JİTEM'in esrar, eroin, uyuşturucu kaçakçılığı ile uğraşmadığını, PKK'ya karşı en az 100 kişilik gruplarla çalıştığını söyleyen Arif Doğan, geçtiğimiz yıl eylül ayında internete düşen JİTEM'le ilgili ses kayıtlarının kendisine ait olmadığını savundu. Ancak söz konusu kayıttaki ifadelerin aynısını kullandı. Doğan, "JİTEM'in hepsi sivildir. Bir tek asker benim. 10 bin kişi vardır. Ama 20'den fazlası bir araya gelmez. Hepsi özel yetişmiş. PKK'nın ölüm bölgesine sızardı. JİTEM'in girdiği ölüm bölgesini kimse bilmez. Kimseye anlatmadım, anlatmam da. Buradaki subaylara sorun, ölüm bölgesinin ne olduğunu bilmezler. JİTEM olmasaydı bugün 80 bin askerin ölmüş olacaktı. JİTEM'i kurduğuma kuracağıma pişman ettiler. JİTEM'i lağvettik.'' dedi.

JİTEM'in arşivi bende • Emekli Albay Arif Doğan, JİTEM'in varlığını Genelkurmay ve Jandarma'nın "JİTEM yoktur." açıklamasından sonra itiraf ettiğini anlattı. Hizbullah terör örgütüyle ilgili de açıklamalarda bulunan Doğan, "Hizbulkontra'yı da ben kurdum. Şimdiki Hizbullah değil. Hüseyin Velioğlu'nun ilk kurduğu teşkilattı bu. Bu teşkilatı ben kurmuştum, bu olaya baş koymuşum. JİTEM'in arşivi bende. Kimse bulamaz onu. İstediler, vermedim. 10 bin kişinin arşivi var. Onlar kahraman gibi çarpışıyorlardı. İsimlerini vereyim, onları da mı yargılayacaksınız?" dedi. Bir istihbarat üzerine 78 kelle aldığını söyleyen Doğan, hâkimin, "Islak imzalı askerî belgeler deponuzda ne geziyor." sorusuna cevap veremedi. Hizbullah kurucusu Hüseyin Velioğlu'nu Güneydoğu'da camilere gönderip vaaz verdirdiğini ve bu sırada onu koruma işini de köy korucularının yaptığını söyleyen Doğan, Hizbullah'ın daha sonradan bozulduğunu savundu. Çapraz sorguda Savcı Mehmet Ali Pekgüzel'in "TİT'i duydunuz mu?" sorusu üzerine Doğan, "TİT'ten bir kişiyi tanırım. O da Yeşil'dir. Benim emrimde de çalıştı. Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'nda çalıştı." dedi.

'Aygan, Aygan değil. İnanmıyorsanız DNA testi yapın!' • Arif Doğan'ın dünkü duruşmada, öldüğünü iddia ettiği, İsveç'te yaşayan Abdülkadir Aygan, hayatta olduğunu ve istenirse Türkiye'deki parmak izlerinin İsveçli yetkililerde bulunanlarla karşılaştırılabileceğini açıkladı. Abdulkadir Aygan'ı kendisinin öldürttüğünü söyleyen Doğan, "Ölmüş adamı kullanıyorlar. Ben bu adamı öldürdüm diyorum. İsveç'de yaşadığı söyleniyor. Çocuklarıyla gelsin DNA testi yapılsın. Kesinlikle o olmadığı ortaya çıkar" diye konuştu.

Susurluk'ta 2. aracı sonra açıklarım • Arif Doğan, Susurluk kazasında Abdullah Çatlı, Sedat Edip Bucak ve Hüseyin Kocadağ'ın Mehmet Ağar ile görüşmek üzere İzmir'e gittiğini öne sürdü. Savcı, "Nereden tanıyorsunuz?" diye sorunca Doğan, "Aynı görevden tanırım onları, aynı yolun yolcusuyuz." dedi. Görüşmenin Ağar'ın kızının sağlık durumu sebebiyle gerçekleşmediğini iddia eden Doğan, "Kumarhanelerin İzmir'de açılması konusunda Ağar'la konuşacaklardı. Dönüş yolunda kaza yaptılar." dedi. Kaza sırasında arkadan gelen bir araç daha olduğu iddialarını tekrar gündeme getiren Doğan, "Aracın JİTEM'e filan ait olduğunu söylüyorlar. Ben öyle duymadım, sonra açıklarım." diye konuştu. Savcının, "Mahkemede açıklayabilirsiniz." demesi üzerine, "Ben kişiye indirgeyeceğim. Adamı neden doğrudan doğruya suçlayayım. Aptal mıyım?" ifadesini kullandı.

600 kişi duruşmaya geldi! • İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'nde oluşturulan salonda görülen duruşmaya Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal ve Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven'in de aralarında bulunduğu yaklaşık 600 kişinin izleyici olarak geldi. İzmir Atatürkçü Düşünce Derneği ve Yeni Partili (YP) üyelerinin tam 12 otobüsle gelerek izlediği duruşmada sıralar tamamen dolunca gazeteciler avukatlara ayrılan bölüme alındı.

Arif doğan: JİTEM kadrolu kuruluş değildir • Haydarpaşa GATA Hastanesi'nde tedavi gören ve sağlık sorunları nedeniyle tutuksuz yargılanan emekli Albay Arif Doğan ise ambulans ile duruşmaya getirildi. Doktor eşliğinde oksijen tüpüne bağlı olarak savunmasını yapan Doğan, kimlik tespitinde babasından kalan pamuk tarlaları, eşinin kalan fındık tarlaları ve emekli maaşı ile aylık gelirinin toplam 7-8 bin TL olduğunu söyledi. Doğan, "Hepsi helaldir yani" dedi. Mesleğinin sorulması üzerine "Eğer 20 yıl dağlarda çarpışılan bir meslek varsa o meslektenim, emekli subayım" cevabını veren Doğan, 6 tep telefonu kullandığını, bunların sadece 2 tanesini ezbere bildiğini ifade etti. Doğan, "Diğerlerini telefonlarımı dinleyenlerden sorabilirsiniz. Hepsini dinliyorlar zaten" dedi.

Ben suçlu değilim • Hakkındaki suçlamaları Doğan'ın yüzüne okuyan Mahkeme başkanı Şengün, "Ergenekon Terör Örgütü olmak, yasadışı bilgileri tutmak, uyuşturucu, silah ve mermiler bulundurmakla suçlanıyorsunuz. Avukatınız hazır. Siz de hazır mısınız" sorusunu yöneltti. Suçlu olmadığını ve aklanmak için de kendisini savunmayacağını söyleyen Doğan, "Bir hakim ve savcı beni hasta yatağımdan alıp hastaneye yatırdı. İsterseniz beni bir daha öldürün ama ben suçlu değilim" diye konuştu.

JİTEM'i Küçük'e devretmedim • JİTEM'i kurup emekli Tuğgeneral Veli Küçük'e devrettiği, organize suç lideri Sedat Peker'le görüştüğü, uyuşturucu ve silah bulundurduğu iddialarını tek tek yanıtlayan Doğan, "Vatan haini değilim. Hiç şüpheniz olmasın. JİTEM'i bilen bir kişi varsa beni iğneyle öldürün. Veli Küçük'e JİTEM'i falan devretmedim. Ona Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'nı devrettim. Sedat Peker'le görüşüyormuşum, Reis diye hitap ediyormuşum. Ben istihbaratçıyım herkesle görüşürüm. Kerhanedeki orospuyla da görüşürüm. Generaller de devletin bakanları da Sedat Peker'le görüşüyordu" ifadelerini kullandı.

Vahşice öldürülmüş insanları görünce intikam yemini ettim • İnternete düşen ses kayıtlarının kendisine ait olmadığını söyleyen Doğan, şunları kaydetti: "Ben aptal değilim, Arif Doğan'ım. 21 yıldır dağda yaşadığım için hayvan olmadım. İnsanları yaşatmaya çalıştım. Öyle ölümler gördüm ki bu suçlamalar az bile kalır. PKK tarafından kaçırılan bir Mehmetçiğin nasıl öldürüldüğünü gördüm. Başından ve omzundan asılıp altına konan saçta yakılmış, iskeleti çıkmıştı. Be o Mehmetçiğin iskeletine dokunup 'Ey Mehmetçik senin intikamını almazsam, anam emdiğim süt burnumdan gelsin' dedim. Sonra Yuvalı Peçenek köylerinin basılmasını gördüm. Kürt kızının karnını yarmışlar. Ona dokundum ve 'Eğer senin kanını yerde bırakırsam Kürt anamın sütü bana haram olsun dedim. Anam Kürt, babam Avşar aşiretindendir. O Kürt kızının suçu neydi? Beni bunlarla suçlayın, ama ne olur vatana ihanetle suçlamayın. Bir daha öldürmeyin. Ben vatan haini değilim. 2 kaleşnikof silahla, mermiyle suçlamayın. Ben emekli subayım. Ordudan sadece istihkakımı alsam 10 bin mermi yapardı"

Kozmik yetkisi olan subaydım • Evinde bulunan evraklarda herhangi bir suç unsuru bulunmadığını belirten Doğan, "Her askerde bulunur. Kozmik yetkisi olan bir subaydım. Türkiye'nin harp planlarını bilen biriyim. 21 sene dağlarda koşturdum. Bu devlet şimdi vatan haini yapıyor. Ben iki kere öldüm. 21 tane BDP'li meclise girdiğinde ve PKK'lılar Haburdan girince" diye konuştu.

JİTEM benimle vardır • JİTEM'in kendisi olduğunu söyleyen Doğan, " Veli Paşa'ya devrettiğim Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'dır. JİTEM benimle vardır. 'Sen devlet misin?' diye sorabilirsiniz. Hayır. Örgütle mücadele eden kişiyim. Ben akıllı oldukça askeri ve Kürdü öldürtmedim. Bunları ne madalya ne de aferin için yaptım" dedi. JİTEM'in eroin, silah kaçakçılığı ile uğraşmadığını ifade eden Doğan, "JİTEM'in görevi PKK grubunu tespit edip en az 100 kişilik gruplarla çatışmaktır" dedi.

OHAL'de binlerce silah dağıttım • "Hayatında hiç kimseyi öldür" diye talimat vermediğini ve kimseyi öldürmediğini söyleyen Doğan, "8 yıl PKK ile çatıştım. Son çatışmada 3 kurşun yedim. Biri kalbimi sıyırdı. Bunlar suçsa bunlardan yargılayın. Evimde 2 kaleşnikof bulundu. Biri benim diğeri ise Korgeneral Hulusi Sayın tarafından verildi. 3 tane silahım var. Bunlardan birini Genelkurmay Başkanı hediye etti. 'Bin tane fişek var' diyorlar. Ayda 150 mermi istihkakı var. 3 silahım var. 10 senede 3 bin yapar. Ben OHAL bölgesinde binlerce kaleşnikof dağıttım. Binlerce silah dağıttım. Öğretmenlerde dahil" diye konuştu.

JİTEM sivildir • Üst düzey örgüt mensuplarıyla irtibatlandırıldığını ifade eden Doğan, "Talabani ve Barzani ile görüştüm. Meclis Başkanına tercümanlık yaptım. Beni bunlarla suçlasınlar. JİTEM'i kurduğuma kuracağıma pişman ettiler. GÖTEM yaptılar. JİTEM sivildir. Bir tek asker benim. 10 bin kişi vardı. Ama 20'den fazla bir araya girmez. PKK'nın ölüm bölgesine giren birimdir. Buradaki subaylara sorun ölüm bölgesinin neresi olduğunu bilmezler. En büyük operasyonun istihbaratını fuhuş yapan bir kadından aldım. Bir günde 78 kelle aldım. JİTEM unsurlarıyla çalışılmasıydı bugün 80 bin şehit vardı. JİTEM ile GÖTEM birbirine girdi. Bölgedeki istihbarat kesildi. JİTEM'i lağv ettik. Ben kandile yaya olarak çıkan 21 kişiden biriyim" diye konuştu.

JİTEM kadrolu kuruluş değil • Genelkurmay ve Jandarma'nın JİTEM'i inkar ettiğini ifade eden Doğan, "JİTEM kadrolu bir kuruluş değildir. Geçici bir süre denenmek için kurulmuş operatif bir birimdir. Yani istihbarat artı icraat" dedi.

Hizbul kontr'u ben kurdum • JİTEM'in varlığını iki kuvvetin beyanından sonra açıkladığını belirten Doğan, " Genelkurmay'dan ve Jandarma Komutanlığı'ndan Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi'ne böyle birşey yok diye cevap verdiler. Bunun üzerine açıklama yaptım. Hizbul-Kontr'u da ben kurdum. Şimdiki Hizbullah değil. Hüseyin Velioğlu'nun ilk kurduğu teşkilattı bu. Bu teşkilatı ben kurmuştum. Bu olaya baş koymuşum. Çoluğumu çocuğumu bırakmıştı. Bunların kuruluşunu basından mı öğreneceğim. JİTEM'in arşivi bende. 10 bin kişinin arşivi var. Onlar kahraman gibi çarpışıyorlardı. İsimlerini vereyim, onları da mı yargılayacaksınız" dedi.

Balbay: Hukuk firarda • Duruşmada tutuklu sanık gazeteci Mustafa Balbay, Hizbullahçılar'dan daha ağır cezayla yargılandığını dile getirerek, "Balyoz sanıkları 20 yılla yargılanıyor. Ben 2 müebbet, 300 yıl hapisle yargılanıyorum. Firar eden Hizbullah sanıkları değil, hukuktur. Hizbullah sanıklarına her şey mümkündü, bize mümkünsüz. Gelinen noktada bu dava kilitlenmiştir. Biri 34, diğeri 48 cinayet işlediğini kabul eden Hizbullahçılar serbest. Cinayet işleyenler yurt dışında. Lütfen bir değerlendirme yapın, hukuku firardan kurtarın. Tahliyemi talep ediyorum" dedi. "10 yıl önce bu davadan karar çıkar mı" diye soran Tuncay Özkan da "Ben Hizbullah Terör Örgütü'nün 180 kişiyi öldürmüş sanığında daha ağır cezayla yargılanıyorum. Buraya izlemeye gelenlere seslerini yükseltmemeleri için uyarılıyor. Ne yani buraya gelenler Aslantepe'de olduğu gibi 're re re, ra ra ra Galatarasaray Galatasaray Cimbombom' diye mi bağırsın. Bu insanlar siyaset yapmamı istediği için buraya beni desteklemek amacıyla geliyor. Bırakın beni siyaset yapayım. Arif Doğan'ın durumu daha ağır olduğu diye benim burada söz hakkım mı engellenecek. 3 yıldır yatıyorum" diye konuştu.

Abdülkadir Aygan'dan cevap geldi • Anadolu Ajansı'nın geçtiği habere göre, Abdülkadir Aygan, hayatta olduğunu ve istenirse Türkiye'deki parmak izlerinin karşılaştırılabileceğini söyledi. İsveç'te açıklama yapan Abdulkadir Aygan, ikinci ''Ergenekon'' davasının bugünkü duruşmasında tutuksuz sanık emekli albay Arif Doğan'ın ''Abdülkadir Aygan'ı ben öldürttüm. Askeri, sivili, herkesi suçluyor. Bu adam ölü. Ölmüş insanı kullanıyor PKK, gayet güzel kullanıyor. İsveç'te yaşıyormuş, DNA testi yapılsın, verilecek cezaya razıyım'' sözleriyle ilgili olarak, şunları kaydetti: ''Benim ölü olduğumu ve DNA testi yapılmasını istiyor. DNA testi benim sorunum değil. İsveç ciddi bir devlettir. Biz buraya iltica başvurusu yaparken her şeyimizi araştırdılar, birçok test yaptılar. Tükürük testi bile yaptılar. Ayrıca ben Türkiye'de askerlik yaparken ya da cezaevinde bulunurken, birçok yerde parmak izim alındı. İsveç'te yapılan testler ile Türkiye'deki parmak izlerim de karşılaştırılabilir. İsveç'te yapılan testleri isteyip karşılaştırsınlar.'' 1990 yılında cezaevinden çıktıktan sonra, Kars'ta askerliğini yaptığı sırada Arif Doğan'ın kendisini telefonla arayarak, Diyarbakır'da çalışmak isteyip istemediğini sorduğunu anlatan Aygan, ancak Kars'tan Diyarbakır'a geçtiğinde Doğan'ın başka bir yere tayin olduğunu ve kendisiyle hiç yüz yüze gelmediğini belirtti. (Habertürk, Zaman)

Aygan: Doğan, JİTEM davasını zaman aşımından düşürmeye çalışıyor • JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan, JİTEM kurucularından Arif Doğan'ın Ergenekon davasının görüldüğü mahkemede dile getirdiği iddialara cevap verdi. Aygan, "Arif Doğan, şu an Diyarbakır'da devam etmekte olan JİTEM ve faili meçhuller davasının uzatmaya gitmesini istiyor. Zaman aşımına uğramasını istiyor. Benim ağzımdan basına ve resmi makamlara yapılan açıklamaları sulandırmak ve kafalarda soru işareti yaratmaya çalışıyor." dedi. İnternet sitesi nasname.com'dan bir açıklama yayınlayan Abdülkadir Aygan, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ndeki Ergenekon davasının 96. duruşmasında ifade veren tutuksuz sanık Arif Doğan'ın hedef şaşırtma taktiği uyguladığını savundu. 'Abdulkadir Aygan'ı öldürttüm' iddiasını cevaplayan Aygan, bugüne kadar onlarca gazeteciyle görüştüğünü, kitaplar yazdığını, Türkiye'nin resmi iade talebi dolayısıyla İsveç makamları tarafından sorgulandığını belirtti. Aygan, Türkiye'de ve İsveç'te parmak izleri ile tükürük numunelerinin bulunduğunu, kimlik tespitinin bu yolla yapılabileceğini kaydetti. 1994 yılında yaptığı kimlik değiştirme talebi dolayısıyla nüfus kütüğünden kaydının silinerek 'şehit' ilan edildiğini anlatan Aygan, açıklamasını şöyle sürdürdü:

"Arif Doğan, JİTEM'i bir bakkal dükkânına benzetiyor. Bir aile şirketine benzetiyor(!) Kendisi açıyor, kendisi kapatıyor! Sen de hiç vefa denilen şey yok mu? JİTEM'i birlikte kurduğun Cem Ersever, Hüseyin Kara, Hulusi Sayın ve diğer silah arkadaşlarınıza saygınız yok mu? Aklınca JİTEM'in tüm pisliklerini, kanun dışılıklarını kendisiyle gömecek. Suç ortaklarının adalet önünde hesap vermesini engelleyecek. Bu yaştan ve bu safhadan sonra beni PKK'li yapması gülünçtür. Kandil'e gittim demesi de atmasyondur. Arif Doğan, bırak Kandil'e gitmeyi sınırdaki Hacıbey Çayı'nı dahi geçmemiştir. Kendisini Afşar Beyi'yle akrabalık derecesiyle ilişkilendiriyor. Avşar Beyi nerde, Arif Doğan nerde? Afşar Beyi mertti, cesurdu, yalanı, hileyi sevmezdi, haksızlığa karşıydı. Bölge insanlarının PKK'li veya Hızbullahçı olması, devlet karşıtı olması Arif Doğan ve onun zihniyetindekilerin eseridir. Devletin yaptığı kanunlara uymayan, halka karşı terör estiren, yargısız infaz yapan ve yaptıranlar ne zamandan beri 'vatansever' olmuş? Arif Doğan aklınca bazı mihraklara kapalı mesaj veriyor. 'Öldürün' demek istiyor. Cem Ersever'i kalleşçe öldürdünüz, fakat ben size biraz pahalıya patlarım." (Cihan)

ARİF DOĞAN'IN SORGUSUNDA 2. GÜN: 18 Ocak 2011

Arif Doğan'ın mahkemede bağırarak konuşması hakimleri kızdırdı • Arif Doğan'ın mahkemedeki çapraz sorgusuna bugün de devam ediliyor. Silivri Ceza ve İnfaz Kurumları Yerleşkesi'ndeki ifade işlemi devam eden Ergenekon davası tutuksuz sanığı emekli Albay Arif Doğan, sesini yükselttiği gerekçesiyle Mahkeme Başkanı Köksal Şengün tarafından uyarıldı. Başkan Şengün önce Doğan'a refakat eden doktora "Çok mu oksijen veriyorsunuz da bu kadar dinamik?" diye sordu. Konuşmasına aynı tonda devam etmesi üzerine Başkan Şengün bu kez de Doğan'a, "Burada jandarma yok. Burasının bir mahkeme, sizin de bir sanık olduğunuzu unutmayın. Bağırarak konuşamazsınız." uyarısında bulundu. Öte yandan çapraz sorgusu sırasında çalması üzerine Doğan'ın duruşmaya cep telefonu ile girdiği anlaşıldı.

Ersever JİTEM'de çalışmadı • İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce görülen İkinci Ergenekon Davası'nın 97. duruşmasına 20'si tutuklu toplam 22 sanık katıldı. Çapraz sorgusu dün yarıda kesilen Arif Doğan'ın ambulansla doktor eşliğinde oksijen tüpüne bağlı olarak duruşma salona getirilmesinin ardından duruşma başladı. İstanbul Cumhuriyet Savcı Mehmet Ali Pekgüzel sorularına devam edeceğini belirtti. Pekgüzel ilk olarak "Cem Ersever'in JİTEM'de görev yapmadığını söylediniz doğru mu?" diye sordu. Doğan "JİTEM'i anladıysanız doğru. Ersever Jandarma İstihbarat Gurup Komutanlığı'nda görev yapmıştır. JİTEM sivillerden oluşur." dedi.

JİTEM'in yurtdışında görev yapmadı iddiasına savcıdan itiraz • Savcı Pekgüzel, Arif Doğan'ın bir önceki celse JİTEM'in yurt dışında görev yapmadığına dair beyanlarının olduğunu hatırlattı ardından da Aktif Haber'de yayınlanan ses kayıtlarında Suriye'nin Cemşeref Köyüne düzenlenen bir operasyondan bahsedildiğini belirtti. Bu anlatımlarda çelişki olduğu tespitini yapan savcı, bu konunun aydınlatılmasını istedi. Doğan ise duruşmanın bir önceki celsesinde söylediği gibi ses kayıtlarının kendisine ait olmadığı konusunda ısrar etti. Ardından da "Cemşeref köyü neresi, Murat Karayılan'ın karargahı orada elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Adam Güneydoğu'da elini kolunu sallayarak dolaşma hakkı var da devleti temsil eden kişilerin orada dolaşmaya hakkı yok mu? Orası sıfır noktası. Hollanda'da bir eylem mi yaptım" dedi.

Doğan sık sık ağzını bozdu • Ardından da Albulkadir Aygan hakkında yaptığı eylemle ilgili olarak "Şerefsiz. Sen kimsin Cem Ersever'in Arif Doğan'ın ismini ağzına alıyorsun pezevenk. Benim albayım kafasına sıktı. Abdulkerim Kırcı, kafasına 'Şerefsiz yaşamaktansa ölürüz daha iyi' diyerek sıktı. Şimdi ben bunun hesabını kimden sorayım." diye bağırdı. Bunun üzerine başkan Köksal Şengün "Sakin olun. Kendize eziyet edip ortamı da germeyin." şeklinde müdahale etti.

Ergenekon sanıklarının 'JİTEM'le alakamız yok' iddiasına savcıdan itiraz • Bu sırada Avukat Celal Ülgen söz aldı, "Burada Ergenekon yargılanıyor. 1970 yılındaki eylemlerle davanın ne ilgisi var" müdahalesinde bulundu. Bu sırada Mustafa Balbay ısrarla söz istedi ve zorlukla da olsa söz hakkını başkandan aldı. Balbay, "Dün sabırla duruşmayı dinledim. Ama bugün yeni bir gün başlıyor. İşkence altındayım. Arif Doğan'a geçmiş olsun diyorum. Arif Doğan'dan rica ediyor hatta yalvarıyorum. Burada Ergenekon davasından gayri her şey konuşuluyor. 16'ıncı yüzyılın kunta kinteleri gibiyiz. Biz bu davanın sanıkları nasıl bir araya gelmişiz onu anlatsın. Savcı bir tekneye binmiş aslan avına çıkmış iki de geyik avlıyor. Dün akşam televizyon programında arkadaşlarımızı öldürmekle suçlandık. Doğan'ın bu anlatımlarıyla üç iddianame ve iki soruşturma çıkar. Yalvarıyorum bizi anlatsın. Kurban bayramından önce bizi kurbanlık koyun gibi cezaevine gönderdiniz. Arif Doğan'a bağlı olan Muzaffer Öztürk'ün ifadesinin alınmasına karar verdiğiniz gün serbest bıraktınız. Mustafa Balbay Cumhuriyet Gazetesini nasıl bombalatmış onu anlatsın." dedi. Savcı Pekgüzel, bu soruları sormasının gerekçesini anlattığını belirterek Balbay'a "Siz JİTEM'de görev yaptınız mı? Ayrı ayrı hücreleri var." diye sordu. Bu sırada Doğan, "İddianamede anlatılan JİTEM benim kurduğum JİTEM değil. Kimse hesap soramaz benden. İddianamede yazılan JİTEM'i kim kurduysa o cevaplasın." diye bağırdı. Bu sırada sanıklar tepki gösterdi. Savcı Pekgüzel ise sorulardan rahatsız olan sanıkların isterlerse duruşmadan çıkarılabileceğini söyledi. .

Aygan Aygan değil • Soru üzerine JİTEM'in kadrolu bir kuruluş olmadığını belirterek, "Geçici bir süre denenmek için kurulmuş operatif istihbarat birimidir" dedi. PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan diye basına açıklamalar yapan kişinin aslında başka birisi olduğunu ileri süren Doğan, "Abdülkadir Aygan'ı ben öldürttüm. Bu adam kim de çıkıp bu kadar şey söylüyor, ölmüş adamın adını kullanıyor." dedi.

Depodaki günlüğünü kabul etmedi • Savcı Pekgüzel, bir depodan ele geçirildiği ileri sürülen bir günlükteki notu Doğan'a göstererek, yazının kendisine ait olup olmadığını sordu. Doğan da yazıyı hatırlamadığını, kendisine ait olduğunu net olarak bilmediğini ve gözlerinin de iyi görmediğini söyledi.

PKK'lıların listesi • Kendisinde ele geçen belgelerde PKK'lıların listesinin olduğunu hatırlatması üzerine, Doğan, "Ne yani PKK'lıların değil de genelevde çalışanların listesi mi olacaktı. PKK'nın bir numaralı hedefiyim. Ben onları unutsam da onlar beni unutmaz." diye konuştu.

Savcının sorularına öfkeli cevaplar verdi • İddianamedeki yer alan JİTEM'in kendisi olmadığını söyleyen Doğan, "Kitapta yer alan JİTEM'de bu değil. Benim kurduğum JİTEM'i ben biliyorum" dedi. Savcı Pekgüzel'in 16 Eylül 1989 yılında Cizre Nusaybin'de öldürülen Hasan Caner, Hasan Uçar ve Tahsin Sevim'i tanıyıp tanımadığını sorması üzerine Doğan, bu isimleri ilk defa duyduğunu anlatarak, ''Ben dün ne yediğimi hatırlamıyorum. Her ölen adam bana mı sorulacak? Belki eceli gelmiş ölmüştür. Ben nereden bileyim?'' yanıtını verdi.

İbrahim Babat ve Hacı Hasan • Bunun üzerine savcı Pekgüzel'in, 'Dönemin İdil savcısı tarafından hazırlanan yetkisizlikte İbrahim Babat tarafından bu olayın gerçekleştirildiği belirtiliyor' diyerek Diyarbakır'daki bir davada JİTEM üyeleri hakkında açılan davada adı geçen kişilerden İbrahim Babat ve Hacı Hasan'ı tanıyıp tanımadığını sorduğu Doğan, 'Hacı Hasan, Suriyeli Kürttür. Daha sonra Türk vatandaşlığına geçmiştir. İbrahim Babat ile Hacı Hasan aynı kişilerdir. Devlete tarafından operasyonlarda bilgilerine kullanılmıştır. Diyarbakır'da hakkında dava açılmıştır. 17 yıl hapis almış ve çeşitli cezaevlerini dolaştıktan sonra Suriye'ye teslim edilmiştir." dedi. Doğan, İbrahim Babat'ın ''Mete'' kod adlı Hacı Hasan olduğunu ve kendisinin Suriye uyruklu eski bir PKK'lı olduğunu anlattı. Örgütten ayrıldıktan sonra Türkiye kimliğini çıkardığını ve onun bilgisinden bazı operasyonlarda yararlandığını anlatan Doğan, ''Ancak daha sonra hakkında bir dava açıldı. 17 yıl ceza aldı ve en son duyduğuma göre ülkesine iade edildi. O kişi benim hakkımda birilerinin yönlendirmesiyle 11 sayfalık ifade verdi ve dönemin başbakanı tarafından 'O ifade çok gizlidir' denilmişti'' şeklinde konuştu.

Levent Ersöz'ü iyi bilir • Savcı Pekgüzel, sanık Doğan'a Ergenekon ana davası ile ikinci Ergenekon davasının isimlerini saydığı bazı sanıklarını tanıyıp tanımadığını sordu. Levent Ersöz'ü tanıdığını belirten Doğan, "Çok iyi tanırım. Jandarma generalidir. Çok iyi bir harekat plan subayıdır. Kurmay yüzbaşılığından bilirim. Seminerler verirdik." dedi.

Atilla Uğur ve Muzaffer Öztürk • Hasan Atilla Uğur'u Albay Kürşat olarak tanıdığını belirten Doğan, birlikte çalışmadıklarını ve emekli olduktan sonra tanıdığını, bir kez de konuştuklarını söyledi. Sanık Muzaffer Öztürk'ün dairesinde kendisine ait askeri belge ve mühimmatın bulunduğunu hatırlatan savcı Pekgüzel, "1997 yılında Yalova'da görev yaptığınız dönemde tuttuğunuz bir notta Ankara JİTEM'den Albay Kürşat yazmışsınız. İfadenizde JİTEM'in 1990 yılında dondurulduğunu söylemiştiniz. Oysa bahsettiğiniz not bu tarihten sonrasına ait. Açıklar mısınız?" diye sordu. Bunun üzerine Doğan, "Kuran ayeti mi bu. yanlış söylemiş olamaz mıyım? Ayrıca JİTEM değil de götem mi deseydim. Bütün pisliklerin arkasında bu götem gavatları vardı." diye konuştu. Doğan'ın, kendisine sorulan sorulara sık sık sesini yükselterek cevap verdiği ve soluğunun kesilmesine kadar bağırdığı gözlendi. Doğan, sanıklardan Muzaffer Tekin, Levent Göktaş, Oktay Yıldırım, Fikri Karadağ, Fikret Emek ve Abdulmuttalip Tonçer'i tanıyıp tanımadığı şeklindeki sorulara da düşünerek hayır cevabını verdi. Doğan, daha sonra da "Bu kişileri tanımadığımı söylüyorum ama bana gösterin ki belki tanıyor da olabilirim. Sonra eşek kadar kadar Arif Doğan bizi tanımıyor demesinler. Sonra mahçup olmayayım." dedi.

Adil Serdar Saçan'a: Şerefsiz! • Doğan, sanıklardan Adil Serdar Saçan'ı tanıyıp tanımadığı sorulduğunda ise "Onunla bir hesabımız var. İddianamede benimle ilgili bir erkeğe yakışmayacak sözler söylemiş. 72 milyona sesleniyorum, o şerefsiz erkekse gelsin bunları yüzüme söylesin. Söylediği sözlerin 100 katını kendisine iade ediyorum. Adil Serdar Saçan ne halt olursa olsun onu tanımıyorum." ifadesini kullandı. Sanık Muzaffer Öztürk'ün de kendisine ait eşyaları evinde muhafaza ettiği için sanık olduğunu belirten Doğan, "Onu çocuğum gibi severim." dedi. Savcı Pekgüzel'in sanık Muzaffer Öztürk'ün evinde bulunan malzemelerle ilgili sorusu üzerine Doğan, "Bunlar askeri belgeler ve askeri malzemelerdir. O belgeler sizi ilgilendirmez. Askeri bir literatür var. Askeri savcılık ve askeri mahkeme var. Beni yargılayacaksa onlar yargılar. Bu mahkeme yargılayamaz." dedi. Savcı Pekgüzel ile Doğan arasında bu konuyla ilgili olarak yargılar-yargılayamaz polemiği yaşandı.

Mahkeme başkanından ilginç itiraz • Bu sırada Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, sanık Arif Doğan'a, "Siz zaten konuşmadığınız için hastasınız sanırım. Zira konuştukça açılıyorsunuz ve rahatsızlığınız azalıyor. Aslında hakkınızdaki teşhisin doğru olup olmadığını tekrar sormak lazım." dedi.

Muzaffer Öztürk'teki belgeler • Sanık Arif Doğan, diğer sanık Muzaffer Öztürk'ün evinde ele geçirilen belgelerin askeri belgeler olduğunu, kendisine gönderildiğini ve 20 yıldır muhafaza edip, zaman zaman da kullandığını söyledi. Savcılık ve mahkeme ifadeleriyle ilgili olarak sorulan sorulara Doğan, Bana savcılıkta hasta mı suçlu mu diye sormadan emniyet ifademi aynen yazıp imzalattılar. Siz de aynını yapıyorsunuz. Bana Muzaffer Öztürk'ün evinde bulunan belgelerin içerikleri hakkında yorumlar yapıyor ve bir şeyler söyletmeye çalışıyorsunuz. Ne söyletmek istiyorsanız söyleyin ben de onu size söyleyeyim." dedi. Pekgüzel'in bu belgelerle ilgili daha önce verdiği ifadeleri okuması üzerine Doğan, ''Abdülkadir Aygan'ı bile geçmeye başladınız. Beni hırsızlıkla suçluyorsunuz. Arkadaşımın fikrini çalmışım gibi suçluyorsunuz'' dedi. Bunun üzerine Başkan Köksal Şengün, Savcı Pekgüzel'e hitaben ''Belgeleri kabul ediyor'' diye konuştu. Doğan ise ''Tamam, bende bu belgeler. Yorumlama yanlış. Bende bulunması normal. Buna karar verecek olan askeri mahkeme'' şeklinde konuştu. Şengün'ün, depoda bulunan malzemelerden başka birinin haberi olup olmadığı yönündeki sorusuna Doğan, ''Ben bile çoğu malzemeyi bilmiyordum. Bu ihbarı kimin yaptığını ben de merak ediyorum'' yanıtını verdi.

Doğan cep telefonuyla duruşmaya girmiş • Bu arada emekli Albay Arif Doğan soruları cevapladığı bölümde bir cep telefonu sesi duyuldu. Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, orada bulunanlara "Telefonunuz var mı?" diye sordu. Bunun üzerine Arif Doğan, "Özür dilerim. Korumalarım yanımda yok. Üzerimde kalmış" dedi. Mahkeme Başkanı Köksal Şengün mübaşire telefonu almasını söyledi. Telefon duruşma salonundaki jandarma görevlilerine verilerek dışarı çıkarıldı. Savcı Mehmet Ali Pekgüzel ise "Telefonla nasıl içeri girmiş" diyerek duruma tepki gösterdi. Doğan duruşma salonuna girerken kalbinde pil olduğu için x-ray cihazının kapalı tutulduğu öğrenildi.

Muzaffer Öztürk'teki silahlar • Sanık Öztürk'ün evinde bulunan askeri malzemelerin, kendisine yıllık verilen istihkakın 10'da biri olduğunu belirten Doğan, "Bu boş kovanlardan kalemlik filan yapıp eşe dosta dağıttık. Bunlar arasında vali, belediye başkanı, hakim ve savcılar vardı." dedi. Bunun üzerine savcı Pekgüzel, "Yani oradaki mühimmatlardan yani silahlardan birilerine hediye mi ettiniz?" diye sordu. Bunun üzerine sanık Doğan, "Hey Allah'ım beni intihar ettirmeyin. Ben size kalemlikten bahsediyorum. Siz iki silahın hesabını yapıyorsunuz. Ben Güneydoğu'da OHAL bölgesinde ruhsatsız 3 bin silah dağıttım. Onları neden sormuyorsunuz da Muzaffer'in evine koyduğum malzemeler arasından çıkan iki silahı soruyorsunuz?" diye cevap verdi.

Mahkeme Başkanından Doğan'a ikaz: Bağırmayın! • Arif Doğan'ın sık sık sesini yükseltmesi üzerine Başkan Şengün tekrar sözünü keserek Doğan'a refakat eden doktora, "Doktor bey, böyle konuşması onu düzeltiyor mu? Çok mu oksijen veriyorsunuz da bu kadar dinamik. Bu hareketliliği, rahatsızlığıyla bağdaşmıyor." diye sordu. Doktorun, rutin ve yeterli bir uygulama yaptıklarını söyledi. Bunun ardından salonda gülüşmelerin yaşanması üzerine Doğan, ''Beni gülünç duruma düşürüyorsunuz sayın Başkan'' dedi. Şengün ise ''Bu şekilde rahatsız olan bir insanın bu şekilde konuşması normal değil. Bağırarak mı konuşacaksınız?'' yanıtını verdi. Doğan'ın sesinin çıkmadığını bu nedenle bağırdığını belirtmesi üzerine Şengün, sanık gibi konuşması, bağırmaması gerektiğini söyledi. Doğan'ın sanık olmadığını söylemesi üzerine Şengün, ''Sanıksınız, jandarma değil. Bağırarak neyi çözeceksiniz?'' dedi. Doğan da ''Bana söyleyeceklerimi unutturdunuz başkan. Her şeyi söylemeye çalışıyorum'' diye konuştu. Doğan'ın bağırmaya devam etmesi üzerine Şengün, ''Bu kadar rahatsızlıkla, bu kadar bağırarak rahatsızlığınız artar'' dedi. Şengün ile Doğan arasında yaşanan bağırma konusundaki tartışma üzerine duruşmaya ara verildi. (Cihan, AA)

Çapraz sorguya devam edildi • Ergenekon davası tutuksuz sanığı emekli Albay Arif Doğan, Savcı Nihat Taşkın tarafından kendisine yöneltilen "Güneydoğu'da yaptığınız görevleri anlattınız. Sizin hatalarınızı kontrol eden, mükafat eden bir mekanizma var mıydı?" şeklindeki sorusuna Arif Doğan, Hiç kimse kontrolsüz bir halt edemez." diye cevap verdi. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Ergenekon davasının öğleden sonraki bölümünde sanık Arif Doğan'ın çapraz sorgusuna savcı Nihat Taşkın'ın sorularıyla devam edildi. Kendisine defalarca aynı soruların sorulduğunu ve bundan rahatsız olduğunu belirten Doğan, "Ben JİTEM'den bahsediyorum. Ben hangi suçu işledim bilmiyorum. Siz beni Ergenekondan yargılamıyor musunuz? Ben şu ana kadar bilinmeyenlerin bilinmesi için anlattım." dedi.

Zeka seviyem düşük anlatamıyorum • JİTEM çalışanlarına maaş ödenip ödenmediği sorusuna ise çok sinirlenen Doğan, "Devlet bu kişilere öder miydi sana ne? Onlar da benim gibi gerizekalıydı. Çoluk çocuğunu unutmuş hayvanlar benim gibi çarpışıyorlardı salaklar." dedi. Savcı Taşkın JİTEM'i anlayabilmek için bu soruları yönelttiğini belirterek "Ben anlayamadım. Anlayabileceğim şekilde anlatın bunu" dedi. Doğan ise "Kusura bakmayın benim zeka seviyem düşük. Anlatamıyorum." cevabını verdi.

Sedat Peker • Sanık Doğan'a, Ergenekon ana dava sanığı Sedat Peker ile ilişkili olduğu yönündeki iddiaları hatırlatan savcı, iddianamede Peker ile 1984-1985 yılında tanıştığı yönünde de anlatımlar olduğunu söyledi. Savcı Taşkın, "Sedat Peker 1971 doğumlu sizinle tanıştığı dönemde 12 ya da 13 yaşında oluyor. Burada bir yanlışlık olmasın?" dedikten sonra bu konunun açıklanmasını istedi. Doğan, "Tarih olarak karışıklıklar olabilir. Ben tam tarih hatırlamıyorum." cevabını verdi. Savcı Taşkın, sanıktan Sedat Peker ile tanışmasına kimin aracılık ettiğini de sordu. Bu soruya ise Doğan, "Kimi araya kimi bacaya soktum hatırlamıyorum. Benim araya soktuğumu biliyorsanız söyleyin." diyerek sesini yükselttiği gözlendi.

Arif Doğan: Hiç kimse kontrolsüz bir halt edemez • Savcı Nihat Taşkın'ın, "Sizin yaptığınızda devlet sistematiği yok. Böyle birim kurulurken, kontrol mekanizması olması gerekir. Sizin hatalarınızı kontrol eden, mükafat eden bir mekanizma var mıydı?" şeklindeki sorusuna Arif Doğan, "Neden devlet sistematiği yokmuş. Ben bir sistem oluşturdum işte. Hiç kimse kontrolsüz bir halt edemez. Atatürk'ün kurduğu devlette kimse çizginin dışına çıkamaz." dedi.

Mafia kelimesi • Savcı Taşkın, Ergenekon davası tutuklu sanıklarından emekli Tuğgeneral Veli Küçük'te ele geçirildiğini söylediği "Mafia" başlıklı bir yazıyı okudu. Savcı Taşkın'ın, "Bu yazı sizin için bir şey ifade ediyor mu?" diye sorması üzerine sanık Doğan, "Bazı toplantılarda, şurada burada Veli paşam ile karşılaşmalarımızda , konuşmalarımızda hiçbir siyasi içerikli kelime söylemezdi. Çok ketum bir insandır." cevabını verdi. Daha sonra savcı Nihat Taşkın'ın, "Ama sizin ajandanızda da mafia diye yazıyor." uyarısında bulundu. Doğan da "Öküz altında buzağı arıyorsunuz." diye konuştu. Savcı Taşkın, "Çıkar amaçlı suç örgütüne mayfa denilir. Siz hangi kelime ile tarif edersiniz?" diye sordu. Doğan, bu soruya da "O kunuyu bilmem ama ben PKK (PEKAKA)'ya PKK(PEKEKE) derdim ve komutanlarım bu konuda bana kızardı." diye cevap verdi.

Depoda bulunan askeri malzemeler • Savcı Nihat Taşkın askeri malzeme bulundurmanın kanunen suç olduğunu söylemesi üzerine Beykoz Çavuşbaşı'ndaki deposunda bulunan askeri malzemelerin, suç unsuru olamayacağını söyleyen Doğan, "Hangi kanuna göre suç? diye sordu. Savcı Taşkın'ın Türk Ceza Kanunu'na göre demesi üzerine Doğan, "Siz benim emekli bir subay olduğumu neden göz önünde bulundurmuyorsunuz? Şimdi olsa yine bulundururum. Bu evrakları bulundurma nedenim, kurduğum teşkilatın evrakları olmasındandır. Örgüt dokümanı saklamıyorum. Teşkilatımın evraklarını saklıyorum. Hem de iç içe geçmiş iki sandıkta sakladım. Zarar görmesin diye bu yöntemle sakladım. Hepsinin kilidi bende. Yarın tomar halinde getireyim. Ama Emniyet, suç malzemesi bulmuş gibi dağıttı hepsini? Bunun neresi suç?" dedi.

Ergenekon'un JİTEM'i • JİTEM'in ne olduğunu daha önce açıkladığını söyleyen Doğan, "Ama siz hala Ergenekon'un JİTEM'ini soruyorsunuz bana. Ben onu bilmem. Onu gidin içinde yer almış arkadaşlara sorun. Bendekiler Jandarma İstihbarat Grubunun yeniden yapılanma edilerek JİTEM'e dönüştürülmesinin evraklarıdır. 30 tane JİTEM'le ilgili adam öldürüldü. Neden biliyor musunuz? Deşifre edildiler. Oradaki subaylar kına yaksın. Adamları deşifre ettiler." dedi.

Balmumcu Jandarma Komutanlığı • Sanık Doğan, sanıklardan Muzaffer Öztürk'e ait Beykoz Çavuşbaşı'ndaki depoya bıraktığı askeri malzemelerin önce Balmumcu'daki Jandarma Bölge Komutanlığı'nda olduğunu belirterek "Ondan önce de Halkalı'daki komando taburunda durdu. Balmumcu'dan emekli olduktan sonra da bir süre lojmanında kalmaya devam etmiştim. Özel Koruma Kanunu'yla korunuyordum." dedi.

Depodaki kovanlar 434 silahtan atılmış • Savcı Nihat Taşkın'ın, "Kriminal incelemeden depodan elde edilen boş kovanların 434 ayrı silahtan atıldıkları tespit edilmiş" şeklindeki sorusuna Doğan, "Hiç tabanca da kullanmazdım. Kalaşnikof ve Kanas kullanırdım. Her sarfa bir kelle. Kimse merminin hesabını sormazdı. Adam ölümden dönmüş. Bir de 'gel bakalım, ne yaptın fişekleri, mermileri' diye hesabını mı soracaksınız. Beykoz'daki depoda bulunan boş kovanların geçmişinden haberim yok." dedi.

Halka silah dağıttık • Savcı Nihat Taşkın'ın, "Bulunanları değil, bulunmayanları sorun. Halka dağıttığım binlerce silah var. Bunları sorun' dediniz. Soruyorum, bu silahları nerelere dağıttınız?" sorusuna Doğan, "Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı'ndan alınan silahlar, hücrelere dağıtılırdı. Okullar basılıp, öğretmenler öldürülüyordu. İşte dağıtılan binlerce, yüzlerce silah, fişek buralara dağıtıldı, illegal yerlere dağıtılmadı. Bize verilen silahları halka dağıttığımızı anlatmaya çalışıyorum. Silahları eşeklerle dağıtıyordum." diye cevap verdi. (Cihan)

JİTEM'in varlığını ispatlayan resmi belgeler | JİTEM'le ilgili tüm manşetlerimiz | JİTEM'den bordrolu Aygan hakkında geniş bilgi