10 Eylül 2011 Cumartesi

MİKROSKOP

MİKROSKOP
1961 yılı.Bolu.
Soğuk ve yağmurlu bir gece.
Yaşam odası ve mutfak iç içe.Talaş sobası arada bir ateşi dışarı kusuyor, Ali yer yatakta yatarken ağlıyor ve annesine ‘’anne gel artık, ben korkuyoom’’ diyordu. Annesi ‘’az kaldı oğlum, şu ilmiği de atıp geliyorum’’ diye cevap veriyordu. Kilim dokuyordu. Tezgahtan tak tak tak sesleri geliyordu. Dikey iplerin arasından yatay olarak geçen, kesilerek inceltilmiş bez parçaları, tak tak sesleri arttıkça kilim haline geliyordu. Annesi önceden kesip birbirine düğümlediği bez parçalarını oklava boyutunda çubuklara diklemesine sararak masura haline getirirdi. Dikey ipleri yeniden gerer sonra geçerdi tezgahın başına.Ayakları farklı hareket veren iki ayrı pedala basardı. Sırayla bir ona bir ötekine. Her pedala basışta dikey ipler çaprazlama olarak yer değiştiriyor, masura bu ipliklerin arasından önce sağdan
sola, pedalla yer değiştiren iplerden sonra bu kez de soldan sağa geçiyordu. Sonra sol eliyle tuttuğu, dikey ipleri birbirinden ayıran yatay aparatı kendisine doğru sertçe birkaç kez çekerek bez parçalarını iyice bir birine sıkıştırıyordu. Tak tak sesleri işte bundandı.Ali annesinin yaptığı bütün bu işlemleri kim bilir kaç defa izlemişti. Nasıl oluyordu da ipler yan yana gelerek kilim haline geliyordu bir türlü anlamamıştı. Hatta bir defasında makara ipini ziyan ederek küçük bir kilim yapmayı denemişti de olmamıştı. Annesi de ona kızmıştı ziyan olan makara ipi yüzünden.

Ağlamaktan ıslanan gözlerini kısarak lamba ışığına bakıyordu.Birden bir şey keşfettiğini anlayıp sustu.Tüm dikkatini gözlerini kısarak, göz yaşı damlacıklarıyla lambadan gelen ışığın birleşmesinden oluşan görüntüye yoğunlaştırdı. Göz bebeğinin önünde bir sürü ışıklı yuvarlaklar duruyordu. Işıklı yuvarlakların üzerindeki siyah ve kalın çubuk gibi şeylerde neydi?.. Gözlerini kırpıştırdığında bunların kirpik olduğunu anladı. Işıkla sudan büyüteç yapabileceğini düşündü. Büyütecin ne olduğunu biliyordu zaten. Babasının anahtarlığında küçük bir büyüteç vardı. Onunla bakıldığında gazetedeki küçük yazıların nasıl büyük göründüğünü biliyordu. Babasının eline de bakmıştı onunla. Parmaklarının üstündeki kıllar ne kadarda büyümüştü. Babasına sorduğunda ‘’ buna büyüteç derler’’ demişti...Bilinmeyeni bilinen yapan bir oyun mu vardı dünyada acaba?..Kilim tezgahını da öğrenebilecekmiydi?..O kadar mutlu oldu ki, keşfettiği bu büyülü oyunla oynarken uyuyakaldı.

Ali henüz 4 yaşındaydı.Yaşasaymış 9 yaşında olacak bir ablası varmış ama ölmüş.Aklına geldikçe ölen ablası Hatice için ağlardı. Annesi ona hamileyken bilmeden röntgen ışınlarına maruz bırakmıştı Hatice’yi. Doktor onun hamile olduğunu nereden bilecekti ki o söylemezse ‘’ben hamileyim’’ diye. Emine ablası henüz 17 yaşındayken geçen yaz, bir polisin oğluyla evlendirilmişti. Babası İtfaiyede baş çavuştu. Ahmet çavuş derlerdi ona. Çok cesur ve kuvvetli bir adamdı. Uzun boylu ve yakışıklıydı. İlk okulu 3. sınıfa kadar okumuş kaval çalma sevdası yüzünden çobanlığa başlamış, askerliğini bitirince de arkadaşının teşviki ile itfaiye eri olmuştu.

Bir çoban çizdi çocuk
Güldüler
Çizgisine mi, yazgınsa mı çobanın?
Bir kaval çaldı çoban
Ağladılar…
Ezgisine mi, sezgisine mi çobanın…?
Bilemedim.

Bolu belediyesi bandosunda çalışan bir arkadaşının klarnetini getirirdi bazen eve. Haftada bir gün izini vardı zaten.Diğer günler İtfaiyede kalmak zorundaydı. Ama her sabah 07.00 de evin kapısı dışarıdan açılır ‘’ali, oğlum… ali bak sana ne getirdim ‘’ diye seslenirdi. Ali koşarak merdivenleri iner babasının kucağına atlardı. Yıllardır her sabah eve elinde iki sıcak ekmek, bir gazete ve Ali için alınmış pasta, açma yada çikolatayla gelirdi Ahmet çavuş. Radyoyu o açar, birlikte kahvaltı yapılır daha sonra gazete okuma faslına geçilirdi. Önceleri sadece büyük yazıları okuyorlardı, ama ali okumayı sökünce büyüteçle küçük yazıları da okumaya başladılar. ‘’çok akıllı bu çocuk, bu okuyacak, büyük adam olacak’’ diye öğünürdü Ahmet çavuş.

Ali’yi alıp itfaiyeye götürmüştü bir gün. Arazözleri göstermişti. Bildiği arabalara hiç benzemiyordu bunlar.Bir sürü hortum ve ucuna bağlı tüfeğe benzeyen şeyler de görmüştü. İtfaiyeci şapkaları da çok farklıydı. Onlardan bir tane istedi, zimmetliydi veremezlerdi. Üzüldü. Bir anda ziller, kampanalar çalmaya başladı. Oradaki herkes bir tarafa koşuşturuyordu. Tavandan büyük bir kapak açıldı aniden, itfaiyeciler cilalı bir direğe tutunarak aşağıya kayıyordu. Sirenlerde çalmaya başladığında Ali korkudan ağlamaya başladı. Ahmet çavuş onu nöbetçi ere teslim ettikten sonra ‘’Ali’yi eve bırakıver Recep’’ dedi ve koşarak arazöze bindi. Araçlar siren çalarak hızla itfaiyeden uzaklaşmaya başladılar. Ali Recep’in kucağında yarı baygın olarak eve getirildi.
Aslında bu olay Ali’nin ilk korkusu değildi. Asıl canavar evde onlarla yaşamakta olan kilim tezgahıydı. Sofanın nerdeyse yarısından fazlasını kaplayan bu ahşap ve demirlerden oluşan ucubenin, yanından yalnız geçmek ölümdü Ali için. Loş mekanda sessiz sedasız avını bekleyen bir canavardı o. Geceleri daha da korkunç görünürdü. Duvarlarda yarattığı gölgeler canavarın asıl niyetini ortaya koyar gibiydi. Gölgelerin nasıl olduğunu annesine sorduğunda o ‘’Allah tarafından’’ demişti akıl almaz şeyler Allah’ın hikmetleriydi. ‘’Allah nerde anne? ‘’ diye sormuştu. O da ‘’göklerde’’ demişti ‘’Allah her şeyi yaratan, esirgeyen, bağışlayan, işiten ve bilendir’’.Daha o zaman Allah’ı sevmişti Ali. Allah kullarını esirgeyen ve koruyan idi çünkü. Onu görebilmek için göklere baktı durdu kimi zaman. Ama yinede tezgahın yanından ancak annesinin gözetiminde geçebiliyordu.

Sokakları merak ediyordu Ali…Ev kapısından öte tarafları…Tek başına çıkabilmek ne güzeldi kim bilir. Pencerelerden seyredebilmekteydi evin dışını. Karşı evde zengin bir aile oturmaktaydı. Gülbin isminde Ali’nin yaşlarında bir kızları vardı birde kızın ağabeyi Orçun. Gülbin çok güzel bir kızdı. Hep onunla arkadaş olmak istiyordu. Annesine ‘’ beni onlara götür’’ diye ağlardı. ‘’ onlar zengin bizi istemezler’’ derdi annesi. Zaten Orçun da Ali’den hoşlanmıyordu ki. Pencereyi açıp ‘’buraya bakma bir daha, seni döverim’’ diye bağırmıştı. O da gizli gizli bakabiliyordu artık evin o penceresinden. Çocukça bir aşktı galiba bu… Bir de bahçesine çıkabilmekteydi kirada oturdukları evin. Bahçe oldukça büyüktü. Meyve ağaçlarıyla, elma, erik, ceviz, kiraz ve annesinin ektiği domates, biber, salatalık, kabak gibi bitkilerle botanik bahçesini andırıyordu. Annesinden bahçedeki kabak yapraklarının altına saklanır ‘’ annem beni bulamaz’’ diye seslenirdi. Bahçe onun için lunaparktı adeta… Yazları İstanbul’dan teyzesi, onun oğlu Metin ve kızı Sevim gelirlerdi. Köye geçmeden önce bu evde bir iki gece kalırlardı. Metin iki yaş, Sevim 5 yaş büyüktü Ali’den. Evde saklambaç oynadıkları bir gün Metin onu merdiven altına kilitlemişti de karanlıktan çok korkmuş ve çok ağlamıştı. Korkudan bayıldığı ilk olay buydu işte. Karanlıktan korktuğu için hep aydınlıkta saklambaç onamayı seviyordu artık.
Bahçenin toprağından çamur yapıldığında çok güzel şekil alıyordu. Çamurla oynamak büyük zevkti onun için. İstediği şekli yapabiliyordu. Çeşitli oyuncaklar arabalar evler yapıyordu. Gerçi üstü başı kirlendiği için annesinden azar işitiyordu, bir de çamur kuruyunca çatlıyordu, ama olsun…Yine çamurla oynarken ‘’ bu sefer çatlamasın’’ diye Allah’a dua etmek için başını gökyüzüne kaldırdı. Gördüğü şey karşısında dondu kaldı. Bir süre onu inceledi. Bulutlar öylesine ihtişamlı bir portre oluşturmuştu ki Ali’nin sevinci ve heyecanı görülmeye değerdi. Uzun saç ve sakallı, gür kaşlı, gülümseyerek bakan bir portreydi gördüğü. ‘’Anne Allah’ı gördüm, Allah yukardan bize bakıyor, çabuk gel çabuk’’ diye eve koştu. Elinden tutup sürükler gibi onu bahçeye çıkardı. ‘’bak, işte’’ diye parmağıyla gökyüzünü işaret etti ama bulut çoktan şekil değiştirmiş, portre kaybolmuştu. ‘’gitmiş’’ dedi ‘’anne vallahi onu gördüm, bana bakıp gülümsüyordu, gitmiş’’.Annesi eve döndü. Ali olduğu yere çöktü ve gökyüzüne bakmaya başladı. Belki yine gelir diye düşündü. Ertesi sabah babasına anlatmak için can atıyordu. Erkenden kalktı babasını beklemek için. Pencereye çıktı. Karşıdaki ev bomboştu. ‘’Anne Gülbin’ler yok’’ diye seslendi. ‘’Onlar taşındı oğlum’’ diye cevap verdi annesi. ‘’Niye bana haber vermedin’’ diye ağlamaya başladı.Çok üzgündü. O gün hiç konuşmadı. Babasıyla gazete bile okumadı.

Artık bütün dünyası annesiydi. Bütün gücü, kuvveti, üzüntüsü, sevinci, korkusu, güveni oydu. Babası ona resimli kısa hikaye kitapları da almaya başlamıştı. O kitaplardaki resimleri çizebileceğini düşündü. Resim defteri ve kalemler alındı. Giderek öğreniyor ve çiziyordu Ali. Yaramazlıkları da artmaktaydı. Annesi onu, yaramazlık yaparsa ‘’Fatma nineye’’ vereceğini söylüyordu. Ali onun kim olduğunu sorduğunda annesi ‘’çocuk toplayan yaşlı bir nine’’ olduğunu söylemişti. ‘’beni ona verme’’ dedi. Ama bir taraftan da Fatma ninenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeye çalışıyordu. Fatma nine kavramı kafasında iyice yer etmişti. Kilim tezgahı aslında Fatma ninemiydi yoksa???

Annesinin sırtında dispansere gitmek üzere yola çıktılar. İlk kez dispansere gidiyordu Ali. Yolun üzerinde meteoroloji istasyonu
bulunuyordu. Bahçesinde farklı şekillerde bir çok şey vardı. İçlerinden bir tanesi hepsinden farklıydı. Ötekiler sabitken o dönen bir şeydi. Kepçeleri vardı ve dönüyordu…bazen yavaşlıyor bazen hızlanıyor ve dönmeye devam ediyordu. Bahçeye yaklaştıkça rüzgar gülü iyice belirginleşmeye, belirginleştikçe de Ali’nin korkusunu arttırmaya başladı.‘’Fatma nine’’ diye bağırarak gözlerini kapadı, iyice küçülerek annesinin sırtında kaybolmaya çalıştı. Annesi ‘’o Fatma nine değil pervane ‘’ dediyse de oradan uzaklaşıncaya kadar hiç kımıldamadı.

Cumartesi günleri saat 17.00 de Ankara radyosunun ‘’çocuk bahçesi’’ adlı programının takipçisi olmuştu artık. Oradaki şarkıları, konuşmaları ve radyo tiyatrosunu kaçırmak istemiyordu. Bu yüzden radyoyu erkenden açıp beklemeye başlıyordu. Çocuk bahçesinin önündeki program ise bir klasik batı müziği programıydı. İster istemez onu da dinlemek zorunda kalıyordu. Öyle ki bazı besteleri tanır ve sever olmuştu. Bir akşam hep beraberlerken radyodaki reklam müziğinin ‘’ betofen’in 5. senfonisi’’ olduğunu bilmişti. Ama kimsenin umurunda olmamıştı.

Bahar geliyordu. Bahar demek Ali’nin sünneti demekti. Sünnet olunca erkek olunur demişti büyük amcalar. Erkek adam olma fikri hoşuna gitmişti Ali’nin. Erkek adam korkmazdı. Zaten kilim tezgahından sadece geceleri korkuyordu. Demek ki yarı yarıya büyümüştü. Geceleri de korkmadığı zaman tamamen büyümüş olacaktı.

Bir gün eve birileri geldi babasıyla birlikte. Kilim tezgahına baktılar, incelediler. Bir şeyler konuşuldu. Onları merdivenden seyretti. Hiçbir şey anlamadı. Sadece annesinin üzüldüğünü gördü, o da üzüldü. Ertesi gün tezgahı söküp götürdüler. Kilim tezgahı satılmıştı. Ali’nin sünnet düğünü için…Tezgahın bulunduğu yerde acayip bir boşluk ve sessizlik vardı artık.

Düğün hazırlıkları başladı. Kıyafetler alındı. Şekerlemeler yaptırıldı. Yapılacak yemekler, dökülecek gül suları, mevlüt okuyacak hocalar ve davetiyeler ve hatta çalgıcılar ayarlandı. Sünnetçi dünden hazırdı. Mevlüt okundu. Ali’nin ilgisini ilahiler çekmişti. Babası çok güzel ilahiler biliyordu. ‘’ Baba bana da ilahi öğret’’ dedi. Ahmet çavuş oracıkta ‘’sordum sarı çiçeğe ‘’ ilahisinin ilk mısraını öğretti ona. Ali sünnet olurken ‘’sordum sarı çiçeğe ‘’ ilahisini bağıra çağıra ve ağlayarak söylüyordu. Hediyeler yağıyordu yatağında yatarken. Bir çok hediye aldı. İçlerinden birini çok sevdi. ‘’Fen ve Tabiat Bilgisi Ansiklopedisi.’’
A dan itibaren incelemeye başladı. A da Allah’ı yazmamışlardı. B de balonu, büyüteci gördü. F de Fatma nine yoktu. M de MİKROSKOP’la karşılaştı. Sayfada mikroskop resmi vardı ve işlevlerini ayrıntılı resimlerle anlatılıyordu. Yuvarlakların içinde mikrobik görüntüler Ali’nin ıslak gözleriyle ışık altında keşfettiği görüntülerdi. Heyecanlandı. ‘’Bunlardan benim gözümde de var’’ dedi. Güldüler. Okumaya devam etti o gece ve daha sonraki günler de. Okudukça mikroskobun ne olduğunu nasıl çalıştığını öğreniyordu. ‘’Bana mikroskop al’’ demişti babasına. ‘’mikroskop oyuncak değil oğlum, onlar çok pahalı şeyler’’ demişti ‘’ben sana büyüteç alırım’’.

Artık sokaklara çıkabilirim diye düşünüyordu, sünnet de oldum zaten. ‘’Kapı açık kalsın kapı önünde oyna,uzağa gitme ‘’ diyordu annesi. Dış kapıyı açtı, kapıyı açık bıraktı, sokağa tek başına ilk adımını attı, boylu boyunca uzanan sokağa baktı.Evin üst sokağına bakan köşeye gitti. O sokağa da baktı. İlerde oto tamirhanesi vardı.’’ Şeref OTO MAKAS diye yazıyordu. Önünde çok güzel bir otomobil vardı ve takozun üstünde duruyordu. Çok keyiflenmişti ali. Uzun süre orada yapılan çalışmaları seyretti, gelen geçeni izledi. Öğrenci ağabeyler ablalar, teyzeler ve amcalar geçiyordu sokaktan. Sokak kedileri vardı. Sokağın devamı ana caddeye açılıyordu. Oradan daha çok insan geçmekteydi. Subaylar, askerler, arabalar da geçiyordu. Fakat o kadar değişik insan vardı ki hiç biri diğerine benzemiyordu. Nasıl oluyordu bu? ‘’Allah tarafından’’ dedi kendi kendine. Mutlu bir edayla eve döndü ve annesine gördüklerini anlattı. Ertesi sabah da babasına. Babası vazifeye döndükten sonra gazeteyi aldı, dış kapıya yöneldi, kapıyı açtı, çıktı, kapının önünde oturdu, yüksek sesle gazete okumaya başladı. Geçenlere okuyabildiğini göstermeğe çalışıyordu. Hatta iki talebe abla merak edip ona doğru gelmişler, gerçekten okuyup okumadığını anlamak için ‘’şurayı da oku bakalım’’ demişlerdi ‘’aferin, sen kaç yaşındasın?’’ . O da eliyle beş işareti yapmıştı, öğünerek. Yanağını okşayıp gitmişlerdi. Arkalarından da iki talebe ağabey gidiyordu onlara laf atarak. Tekrar okumaya daldı. Bir ara başını kaldırdığında sokağın köşesinde korkunç bir adam belirdi. Tam üzerine doğru geliyordu sanki. Bu adam çok uzun boylu fötr şapkalı gözlüklü ve bastonluydu. Uzun bir palto vardı üstünde. Çok ağır yürüyordu. Ali ne yapacağını şaşırdı önce, sonra hızla yerinden kalktı ve evin kapısından içeri daldı. Kalbi gümbür gümbür atıyordu. ‘’Anne’’ diye seslendi ‘’Fatma dede bizim eve geliyor’’. Annesi alinin bir şeyden çok korktuğunu anladı. Onu kucağına aldı. Ali ‘’beni ona verme diye ağlıyordu’’. Sonraları yatıştı korkusu. Annesi ona ‘’Fatma dede olmaz Fatma nine olur’’ demişti. O da ‘’ama o erkek onun için o Fatma dede ‘’diye savunmuştu kendisini. Artık evin kapısını açık bırakarak sokağa çıkıyor, ancak kapıdan uzaklaşamıyor, Fatma dede köşeden görünür görünmez içeri kaçıyordu. Bir tür oyundu artık bu. Hatta artık öyle alışmıştı ki bu oyuna adam çok yakına gelene kadar kaçmıyor, cesaretini sınıyordu. Yine böyle bir gün kapının önünde oynarken adam köşeden dönmüş ona doğru geliyordu. Ali bekledi kaçmadı. Adam yaklaştı ali kaçmadı. Adam iyice yaklaştı, tam kaçmaya karar verdiğinde kapı rüzgardan kapanıverdi kapıya vurup bağırmaya başladı. annesi onu duymuyordu. Adam yaklaşıyor Ali korkuyla bağırıp kapıyı tekmeliyordu. Kapı açılmadı. Ali olduğu yere yığıldı kaldı. Adam geçip gitmişti. Annesi kapıyı açtığında Ali’yi baygın buldu. Dili de tutulmuştu. İtfaiyeye haber salındı. Ahmet çavuş geldi. Onu doktora götürdüler. Doktor korkunun nedenini ortadan kaldırmak lazım demişti. Dilinin zamanla açılacağını söyledi. Ona ilaçlar verildi. Ahmet çavuş adamı buldu ve onunla konuştu. Alinin yaşadığı olayı anlattı. Emekli doktor Tahsin bey çok üzüldü. Çocuğun ağlayıp kapıyı tekmelediğini gördüğünü, ama bunu kendisinden korktuğu için yaptığını düşünmediğini söyledi ve artık yolunu değiştireceğine dair söz verdi. Ahmet çavuş Aliye adamın öldüğünü söyledi. Artık Fatma dede yoktu.

23 nisan günü annesi resmi geçit izlemeye götürdü Ali’yi. Bayramı çok sevdi. Küçük çocuklar, büyük ağabeyler, ablalar, en son da yurdumuzu düşmanlardan kurtaran askerler geçti onların önünden rap rap rap…tüfekleri, topları gördü Ali. Asker olacaktı büyüyünce. Cesur bir asker olacaktı. Çünkü asker hiçbir şeyden korkmazdı. Okula da gitmek istiyordu artık.

Fatma dedesiz günler başlamıştı. Ali sokakta rahatça dolaşabiliyordu.
Şeref oto makasçıya bir askeri reo gelmişti bir gün. Arka tarafında askerler oturuyordu. Bizim askerlerimiz diye böbürlendi ali . Türk olmak, hele Türk askeri olmak müthiş bir şeydi. Askerlerden biri ona doğru baktığında tam bir asker selamı çaktı. Asker selamla karşılık verdi. Ona bakıp bir şeyler konuştular, sonra da gülüştüler. Sonra içlerinden en önde, solda oturanı ona tüfeğini doğrulttu. Şaka yapıyorlar diye düşündü Ali. Fakat asker ona doğru nişan almaya devam ediyordu. Şaka uzamıştı. Ali kaçmak istemiyor, cesaretini gösteriyordu ama ya ateş ederse korkusu yayılmıştı yavaş yavaş karnına doğru. Birden üşüdüğünü hissetti. Orada öldürülecekti. ‘’ Neden ?’’ diye soruyordu kendine.Ağlamaya başladı. Askerlerden biri koşarak yanına geldi. Onu teselli edip şaka yaptıklarını söyledi. Başını okşadı. Başçavuş ağabey de geldi. Ona 50 kuruş verdi. Nişan alan askere de kızdı. Bakkala gitti ali 50 kuruşluk çikolata yoktu. 4 tane gofret verdi bakkal. Dönerken çember çeviren çocuklarla karşılaştı. Lastiklerden kesilerek çıkarılan çemberleri süslemişler, gazoz kapakları çakmışlardı iç taraflarına. Çembere sopayla vurarak çeviriyorlar ve koşturarak gidiyorlardı. Birden içlerinden iri kıyım olanı durdu, döndü, geldi. Alinin elinden gofretleri aldı. Çemberi boynuna geçirdiği gibi kaçtı gitti. Babasına anlattı bütün bu olanları. Onu bulup geberteceğini söyledi babası. Babasına çok güveniyordu ali. ‘’Babam benim’’ dedi boynuna sarıldı. Birlikte büyüteç almak için evden çıktılar. Evlerinin iki sokak üst tarafında, ana cadde üzerinde BAYKAN kitabevi diye bir yer vardı, işte oraya gittiler. Dükkanda kitaplar, pergeller, iletkiler, sümenler, dolma kalem, tükenmez ve kurşun kalemler, neler yoktu ki…Bir büyüteç, bir resim defteri, boya kalemi aldılar ve eve geldiler. Yeni bir dünya keşfetmişti artık. ‘’Baykan Kitabevi’’

Ali her gün Baykan kitabevinin vitrinini seyretmeye gidiyordu. Vitrin 15 günde bir değişiyordu. Öyle şeyler getiriyordu ki Baykan satmak için, ali şaşırıp kalıyordu onları hayran hayran izlerken. Beşiktaş’ın şampiyon olduğu sene kazandığı kupalardan da vardı vitrinde. Beşiktaşlıydı babası gibi o. Bir de dönen biblolar vardı. Bir erkek çocukla kız çocuk biblosuydu bunlar. Yuvarlak bir platform üzerinde 25 kuruş büyüklüğünde başka iki yuvarlak vardı.çocuklar bunların üzerinde duruyordu. Belli ki pille çalışıyordu. Bibloların üzerinde durduğu yuvarlaklar dönerken çocuklarda dönüyordu ama öyle bir şey oluyordu ki karşı karşıya geldiklerinde kafaları öne doğru uzuyor ve dudak dudağa öpüşüyorlar, dönüş devam ettikçe öpüşme bitiyor,tekrar karşılaştıklarında yine öpüşüyorlardı. Uzun zaman bunun nasıl olduğuna kafa yordu ali. Sonunda keşfetti. Kafaların içinde mıknatıs vardı.

Baykan’ın vitrini değiştirme zamanı yaklaşmaktaydı. Ali yeni gelecek şeyleri merak ediyordu. Babasına sabahları sorar olmuştu.’’Değişmiş mi ?’’ o da ‘’Daha değil’’ diyordu. Bir sabah ‘’Değişmiş’’ dedi babası…
O gün koşarak gitti vitrine bakmaya. Şöyle sindire sindire seyredecekti vitrini. Baktı ve dondu kaldı. Küçük boy bir mikroskop duruyordu vitrinde. Başka şeylere bakamaz oldu Ali.’’ Mikroskoooop’’ diye hayranlıkla mırıldandı. Ona sahip olmak dünyayı dolaşmaktan daha iyiydi. Altında 9 TL. yazıyordu. Vitrin boyunca bir sağa bir sola gidiyor mikroskobu her yönden görmeye çalışıyordu. Baykan amca dükkan kapısında belirdi. Ona gülümseyerek baktı ve ‘’neye bakıyorsun bakalım ali çavuş’’ dedi. Bu sıcak karşılamadan cesaretlenen Ali ‘’mikroskop kaça’’ diye sordu.’’ 9 lira’’dedi Baykan. ‘’5 liraya olmaz mı?’’ dedi ali. Olmaz cevabını aldı. ‘’Ondan bir bakabilirmiyim Baykan amca?’’ dedi. ‘’Hayır ‘’ dedi Baykan. ‘’O oyuncak değil’’… Babasına ‘’onu bana al’’ dedi Ali. Çok paraydı, alamazdı babası. Ayrıca ‘’o oyuncak değildi ‘’ ki… Ali sadece seyredebiliyordu onu. Her gün gidiyor ve saatlerce mikroskobu seyrediyordu. Hatta çoğu zaman annesi gelip, götürüyordu onu eve. Bir tür aşktı bu.

Evin bahçesinde çamurdan mikroskop yapmaya karar verdi . üstelik büyüteci de vardı ya, onu kullanacaktı. Bir türlü ayakta durmuyordu çamurdan yaptığı mikroskop. O da yatay vaziyette yaptı. Silindir şeklindeki bölgeyi annesinin örgü şişiyle deldi. Büyüteci bu silindirik bölümün önüne koydu eskiden kümes olarak kullanılan bahçedeki yapının pencere camı kırıktı. oradan da bir parça cam aldı silindirin öteki tarafına yerleştirdi. Onun önüne de yaprak parçası koydu. Eğilip heyecanla bakmaya çalıştı. Olmadı. Göz hizasına getirebilmek için toprağı eşmesi gerekiyordu. Eşti, eğildi, baktı. Bulanık bir görüntü vardı. ‘’Neden’’ diye sordu kendi kendine. Unuttuğu bir şey mi vardı acaba. Kalktı yüzü çamurlu olmasına rağmen Baykan’a gitti. Mikroskoba yeniden bakmalıydı. Ana caddeye çıkıp sola döndü vitrinin önüne geldi. Kalbi duracak gibi oldu. Mikroskop vitrinde yoktu. Bir süre vitrine bakakaldı. Sonra dükkana girdi ‘’Baykan amca mikroskop nerde?’’ diye sordu. ‘’ Satıldı ‘’ dedi Baykan. Alinin gözleri karardı, sendeleyerek dışarı çıktı. Vitrine tekrar baktı.’’Satılmış’’ dedi kendi kendine ve yere yuvarlandı. Etraftan koşuştular onu ayıltmaya çalıştılar.
Baykan amca onu hastaneye götürmüştü hemen. Annesine babasına da haber verildi. Onlarda hastaneye koştu. Acil de sedyede yatarken buldular Ali’yi. Doktor derhal kan tahlili yapılmasını istedi. Sedyeyle laboratuarın önüne getirildi. Bir hemşire kan alırken öbür hemşire serum taktı. Anne ve babası perişandı. Laboratuarın çift açılıp kapanan kapısı vardı. Sürekli birileri girip çıkıyordu o kapıdan. Ali gözünü açtı. Etrafına bakındı. Babası yanağını yanağına yapıştırmış Ali’yi konuşturmaya çalışırken annesi de elini tutuyordu. Gözü kapıya takıldı Ali’nin. Kapı açılıp kapandığı sırada içerde beyaz önlüklü bir amcanın mikroskoptan baktığını gördü. İniltiyle karışık bir ses çıkarıp parmağıyla içeriyi işaret etti. Babası o yöne baktı. Mikroskobu gördü. Anlamıştı. İçeri girdi, beyaz önlüklü amcayla bir şeyler konuştu. Sonra dönüp geldi. Sedyeyi laboratuara sürdüler. Mikroskobun yanında durdular. Ahmet çavuş Ali’yi kucağına aldı Mikroskoba yaklaştırdı. Ali, serum takılı olanı değil de öteki elini kullanarak mikroskobu okşadı. Gülümsedi. Gözünü yaklaştırdı. Öteki gözünü kapadı. Mikroskoptan bakmaya başladı. Baktığı kendi kanıydı. Öteki gözü de kapandı. Öylece kala kaldı. Beyaz önlüklü amca ağlıyordu…


Remzi Evren İstanbul 24 Nisan 2005