26 Ocak 2011 Çarşamba

Paradigmanın İflası’na Dair / Mustafa AKMAN

Paradigmanın İflası’na Dair / Mustafa AKMAN

1940 Denizli doğumlu Doç. Dr. Fikret Başkaya, eleştirel yazılarıyla tanınan sol görüşlü bir yazardır. İzmir Atatürk Lisesi'nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi iktisat ve maliye bölümünü bitirdi. Doktora öğrenimi için bulunduğu Fransa’da azgelişmişlik ve kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunları üzerine birçok araştırma yaptı. Türkiye'ye döndükten sonra askerliğini yaptığı sıra 'sakıncalı er' sayılarak sürgün edildi. İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi iken Paradigmanın İflası adlı kitabından ötürü 20 ay hapis cezasına çarptırıldı (1994). Böylece bu kez 'düşünce suçlusu' sayılarak çizgisindeki tutarlılığını sergilerken statükonun düşünceye ve düşünen insanlara olan tahammülsüzlüğünün canlı bir örneği oldu. Ancak 2006 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı, Başkaya'nın tanıtmaya çalıştığımız bu kitabına sesli kitap projesinde yer verdi. Yazar bu durumu ironi olarak nitelemektedir (radikal.com.tr/haber.php?haberno=195312). Fikret Başkaya 2007 yılından bu yana ders verdiği Özgür Üniversite'nin (ozguruniversite.org) başkanlığını yapmaktadır. Yazarın yayınlanmış çok sayıda makale ve kitap çalışması mevcuttur.

Kitaba Dair Kısa Notlar:Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş / Batılılaşma, Çağdaşlaşma, Kalkınma alt başlığıyla ilk olarak 1991’de yayınlanan kitap (6. Baskı, Doz Basım ve Yayın, İst. 1997.) toplam 354 sayfadan müteşekkildir. Kimlik bilgilerinden sonra içindekiler kısmı ile başlayan kitap, 13 bölümden oluşan anlatım kısmından sonra referanslar ile bitmektedir. Yazar her bölüme başlarken, içeriğine uygun ve aidiyetini belirttiği bir vecize ile başlamaktadır. Kitabın kapağına, resmi bir törende sırada bekleyen siyah beyaz çocukların ciğerlerine saplanmış kırmızı renkli altı ok'u gösteren anlamlı bir resim konulmuştur.

Kitapta, şimdilerde cehepeye alamet olan ve fakat kitabın içlerine doğru ilerledikçe kuruluş dönemindeki inkılâpları işaret eden bu okların temsil ettiği ilkeler birer birer değerlendirmeye konu edilmektedir. Başkaya bu kitabında dünya çapında çeşitli sol- ateist düşünürlerden destek alarak tesadüfî (krş.136) sonuçlara ulaşır; onların tespitlerini nas yerine koyar. Ancak bu, sol görüşlü veya ateist bilinen her ünlüyü aynen benimsediği anlamına gelmiyor. Kimi zaman onların yorumlarını güncelleştirdiği de oluyor. Kitapta bazen kullandığı ifadelerin yabancı dildeki orijinalini de veren yazar çok sayıda “…” şeklinde tırnak içi kavram kullanır. Bunları çoğunlukla güya … anlamında kullandığı açıktır. Dipnot sıra numaralarının yazım uyumu problemli olan kitapta yer yer dizgi hatalarına da rastlanmaktadır: sf. 11, 87, 300, 321. Son olarak yazarın Yediyüz (Osmanlı Beyliğinden 28 Şubata: Bir Devlet Geleneğinin Anatomisi, Ütopya Yayınevi, Kasım 1999.) adlı bir kitabının olduğunu ve bu kitabının da Paradigmanın İflası’ndan geri kalır bir tarafının olmadığını belirtmek isterim. Bu vesileyle vakit bulabilen okuyucuların bu iki kitabı birlikte okumalarını öneririm.

Esasen Başkaya bu kitaplardan da fark edileceği üzere çok zeki, ufku geniş ve muhakemesi yerinde bir kişiliktir. Tespitleri çoğunlukla bilimsel derinliği ihsas etmektedir. Sol görüşlü biri olarak gerçekten çok sayıda sağ görüşlü, hatta dindar yazar-çizeri sollayabilecek kapasitededir. Nemalandığı Marksist paradigmanın bağlarından kurtulamadığı yerlerde vardığı sonuçlara itiraz (sf. 96-97) mümkün olmakla beraber, yine de kendisinden sosyal bilim merkezli olarak, özelde ise geçmişin muhakemesi ve resmi tarihin öğretisine sağlama olacak şekilde ileri derecede istifade edilebilir durumdadır. Biz kitabı tanıtmaya çalışırken olabildiği kadarıyla yazarın kendi ifadelerini kullanmaya çalışarak bir nevi kendi kendisine anlattırmaya çalışacağız. Ancak yer darlığından ve de özetlemenin doğası icabı yazarın değinemeyeceğimiz başka önemli tespitlerinin olduğunu da hatırlatmak isteriz. Özetlerken yazara ait cümlelerde tasarrufta bulunduğumuz bilinmelidir. Parantez içi rakamlar kitabın anlatılan mevzunun geçtiği bölüm numarasına işaret etmektedir.

1. Bölüm:

GirişBaşkaya şöyle başlıyor: Türkiye iki yüzyılı aşkın bir zamandan beri Batı gibi olmak için onu taklit ediyor. Ancak müellife göre Türkiye'nin bu Batılılaşma, çağdaşlaşma ve çağ atlama problematiği, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Üstelik bu, süreklilik gösteren bir çizgidir. Resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine, Cumhuriyet dönemi de sömürgeleşme yolunda ilerlemekten başka bir şey değildi. Yapay bir resmi ideolojinin varlığı, düşünsel alanı çoraklaştırmakta, demokratikleşmenin önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Bu nedenle, iki yüzyıldır hep aynı çıkmaz yolun yolcusu olduğumuz açıklıkla ortaya konulmalıdır. Bu hususa dikkat etmezsek bize gösterilen, ama sonu olmayan bir yolda yürümekten kurtulmamız mümkün değildir.

Cumhuriyeti kuran kadrolar, oluşan boşluğu yeni bir resmi ideoloji ile doldurulmak zorundaydılar. Ancak buna dayanak yapılacak argümanlar da pek sınırlıydı. Bunu, Mustafa Kemal'in kişiliği etrafında bir kişi kültü yaratarak; Milli Mücadele'yi yeni yönetici sınıfın ihtiyaçlarına uygun olarak yorumlayıp, olduğu gibi değil de, iktidar sahibi sınıfların olmasını istedikleri gibi yeniden yazdırarak; Tek Parti dönemi inkılâplarının önemini abartarak gerçekleştirdiler. (7-12)

2. Bölüm:

Aydınlar ve Resmî İdeolojiOsmanlı dönemi aydınlarının sosyal yapı içerisindeki, sadece devlet aydınları olarak kalmak şeklindeki konum ve tutumlarından bahisle konuya giren müellif devamla sözü Cumhuriyet dönemine getirerek bu dönem aydınları sınırları iyice belirlenmiş bir resmi ideoloji oluşturmak zorundaydılar, demektedir. Bizde aşağı yukarı 1920'lerin sonları ve 1930'ların ortalarına kadarki dönemde oluşturulmuş bir resmi tarih/ gerçek varlığını halen sürdürmektedir. Burada tartışılması gereken, nasıl olup da bizde resmi gerçek ve tarihin ciddi bir eleştiriye uğramadan veya çok az aşınmaya uğrayarak bu kadar uzun süre varlığını sürdürebilmiş olmasıdır. Bunun yansıması olarak genel halk kitlesi devletin ideolojisine mesafeli davranırken aşınmış durumdaki geleneksel kültüre sarılmaya koyulmuştur. Bu durum ise kendisini yenilikten nefret ve ürküntü olarak gösteriyordu. Başkaya'ya göre Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi aydınları, üstlendikleri ideolojik işlev bakımından hep Batı burjuvazisinin Türkiye'deki organik aydınları oldular. Kemalist iktidar, tarihte eşine az rastlanır bir inkârcılığı dayattı. Bu yüzden Takriri Sükûn terör rejimi altında insanlara şapka giydirildi. Osmanlıca bir çırpıda yok sayıldı. Arap alfabesi Latin alfabesiyle değiştirildi. Bütün bunlar inkılâp sayıldı. Terör rejimi koşullarında gerçekleştirilen bu inkılâpların bekçiliğini yapmak da, Cumhuriyet aydınlarına düşecekti.

Cumhuriyet aydınlarının işlevi, bir resmi ideoloji üretmek olmuştur. Bu amaçla yakın tarih tahrif edilmiş, Kürt kimliği inkâr edilmiş, Milli Mücadele'nin gerçek dışı bir versiyonu geliştirilmiş, son tahlilde emperyalizmle bir uzlaşma olan Milli Mücadele, mazlum halklara kurtuluş yolunu gösteren ilk antiemperyalist hareket olarak gösterilmek istenmiştir. Sözde, topluma rasyonalist düşünceyi yerleştirmek amacıyla yola çıktıklarını iddia etmelerine rağmen, her zamankinden daha çok hurafe üretmişler, Mustafa Kemal'i putlaştırmayı marifet saymışlardır. Kitleler tarafından benimsenme şansı sınırlı böyle bir resmi ideolojinin aşınması kaçınılmaz olduğundan, çok partili rejime geçildikten sonra belirli aralıklarla yapılan askeri darbelerle takviye edilmiştir. (13-37)

3. Bölüm:

Milli Mücadele'nin NiteliğiHiçbir konuda Milli Mücadele ve onun lideri hakkında olduğu kadar efsane yaratılmamıştır. Tek parti dönemi inkılâpları için de öyle. Neredeyse Osmanlı'nın yükselme ve gerileme dönemlerine ilişkin değerlendirmenin bir benzeri tek parti dönemi ve 1950 sonrası için de geçerlidir. Resmi ideoloji tarafından Mustafa Kemal'in yaşadığı dönem Cumhuriyet'in altın çağı sayılıyor. Sonradan Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan Milli Mücadele, bir yanıyla diplomatik düzeyde I. Dünya Savaşı'nın devamı, diğer yanıyla Yunanlılarla sıcak savaş, üçüncü olarak da merkezi Osmanlı bürokrasisi içinde bir hesaplaşmaydı. Hareket, başlangıçta Hilafet ve Saltanatı kurtarmayı amaçlamıştı. Ortada bir Kurtuluş Savaşı söz konusu değildi. Hareketi yürüten kadrolar, birkaç eksiğiyle, İttihatçı kadrolardı. Bunların hepsi yenilikçi Osmanlı bürokratlarıydı ve İstanbul’dan tayin edilmişlerdi. Zaten Cumhuriyet bürokrasisi, İmparatorluğun bürokrasisiydi. Cumhuriyetin yönetici ekibine yeni unsurlar karışmış değildi.

Osmanlı, Batılı kapitalist devletlerle Çarlık Rusyası'nın çıkar çatışması yüzünden ayakta kalabilmişti. Birinci Dünya Savaşı tam bu duruma son vermek üzereyken, Sovyet devriminin patlaması durumu tekrar değiştirmişti. Sovyet devrimi ve devrimin yayılma potansiyeli, emperyalistlerin savaş öncesi ve savaş içindeki hesaplarını alt üst etti. Yeni Türk Devleti de bu yeni durumun yarattığı çıkar çatışmalarından yararlanarak varlığını korumuştur. İhtilalin ideolojisi de hareketle beraber, hatta hareketten sonra uyduruldu! Bu anlamda emperyalistlerin Hilafet ve Saltanat'tan yana olduğu biçimindeki görüş, sadece resmi ideolojinin bir uydurmasıdır. Bu nedenle Milli Mücadele'nin Yedi düvele karşı bir savaş olduğu biçimindeki görüşler hurafe üreticilerinin bir kuruntusudur. Bu nedenle, İmparatorluktan Cumhuriyete geçişi, toplumsal yapıya hiç dokunulmadığı göz önüne alınınca, bir hükümet darbesi olarak görmek gerçeğe daha uygun düşmektedir. (39-74)

4. Bölüm:

Mîllî Mücadelenin Ulusallığı Sorunu!Eğer bir kişi kendi halkına lâyık gördüğünü başka halklara da lâyık görmüyorsa, kendisi için gerekli saydığı özgürlüğü başkaları için de gerekli saymıyorsa, böyle birinin gerçekten özgürlük diye bir sorunu olabilir mi? Cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürtlere yönelik inkârcı, ırkçı bir siyaset takip edilmesi, Türkiye'de faşist hareketin gelişmesinde önemli bir etken olmuştur. Çelişik olarak, Kürt Ulusu'nu yok sayma resmi ideolojinin önemli bir halkasını oluşturmakla birlikte, bu aynı zamanda söz konusu ideolojinin en zayıf halkasıdır. Var olan bir ulusu bilinçle yok etmek mümkün değildir. Kürt sorununu ne kadar yok saymaya, unutmaya ve unutturmaya çalışsalar da, baştan sona tahrif edilmiş bir tarih içinde bile apaçık bir biçimde kendini gösteriyor.

Afrika'nın, Latin Amerika'nın uzak yerlerindeki ırkçı-faşist baskılara tepki gösteren kimi Türk aydınlarının, burunlarının dibindeki bir ulusun yaşadığı trajediyi göz ardı etmeleri, Kürt sorunu karşısında bağnaz birer şoven kesilmeleri; diktatörlere karşı olmaları, ama kendi geçmişlerindeki diktatörleri bunun dışında tutmaları vb. çifte standardın ne kadar köklü olduğunu da göstermektedir. Resmi tarih Kürdistan'ı dünya haritasından çıkarınca üzerinde yaşayan ulusu da yok etmesi gerekiyordu. Buna da bir çare bulundu. Kürtler, Dağlı Türkler ilan edildi. Dağlı Türkler soy olarak, öz olarak, kökenleri bakımından Türk olmakla birlikte, Gerçek Türklerden iki yerde ayrılıyorlardı: Bir kere dağda yaşıyorlardı! Üstelik dağda yaşarken Türkçeyi unutuyorlardı! Yaklaşık yetmiş yıldır Kürt kimliği ve o kimliğin en temel öğesi olan Kürtçe diye bir dilin varlığı inkâr edildi. Kürtçe, Türkçenin bir lehçesi sayıldı. Oysa Kürtçe Hint-Avrupa dil grubundandır. Türkçe ise Ural-Altay dil grubundandır. Sömürgeci siyasetin temelinde, sömürülen halkın gerçek tarihini yok etmek, onun tarihi geçmişini inkâr etmek ve sömürgeci ulusun istediği bir tarih versiyonunu ona empoze etmek yatar. Bu nedenle baskı altında tutulan ulusun kendi tarihini (geçmişini) hatırlatacak ne varsa imha edilir. Kemalistlerin de yaptığı buydu. Kütüphanelerde Kürtlerle ilgili, onların tarihiyle ilgili ne varsa yok edildi. Tüm yöre adları değiştirildi. Nüfusunun %3 ila %4'ü dışında kalanının Kürtçeden başka bir dil bilmediği dönemde Kürtçenin kullanılması yasaklanmıştı. Resmi olmayan durumlarda da Kürtlerin yaşadığı kent merkezlerinde bu yasağa uyulmasını sağlamak amacıyla memurlar görevlendiriliyordu. Kafa karışıklığı yaratan bir şey de, Türkiye'de Kürtlerin devlet aygıtı, siyasal partiler ve iş dünyasında en yüksek düzeylere kadar çıkabiliyor olmalarıdır. Gerçekten Kürtler Kürt Kimliklerini inkâr ettiklerinde kendilerine bütün kapılar açılmaktadır. Kimliklerini inkâr etmek pahasına kendilerine tüm kapıların açılıyor olması, önemli bir yanılsama yaratmaktan da geri kalmıyor. Bir Kürt, öz kimliğini inkâr ettiğinde, ekseri bir ırkçı ve Kürt düşmanı da olmaktadır. Türk Devleti'nin başlangıçtan itibaren militarist, otoriter, baskıcı, antidemokratik bir nitelik kazanmasında Kürt sorunu önemli bir ağırlığa sahip olmuştur. Devletin militarist yönünün ağır basması, güçlü bir ordu besleme zorunluluğu sadece dış düşmanların sürekli ve yakın tehlike oluşturuyor olmalarıyla açıklanamaz. (75-104)

5. Bölüm:

Komîntern Ve Milli Mücadele'nin Antîemperyalistlîği SorunuMilli Mücadele sonrasında Türkiye'de gerçekleştirilen inkılâplar emekçi kitlelerin durumlarını iyileştiren düzenlemeler değildi. İnkılâpların amacı devleti güçlendirip, asalak sınıfların sömürü koşullarını sağlam temeller üzerine oturtmaktı. Fesin yerine şapka giyilmesi, Alman ticaret kanununun ithal edilmesi, Latin harflerinin Arap harflerinin yerini alması kitlelerin yaşam koşullarında bir iyileşme sağlayabilir miydi? (105-129) 6. Bölüm: Mustafa Kemal ve Tarihte Bireyin RolüTarihsel olayların çarpıtılmasında, bir liderin kişiliğinin arkasına gizlenmek ekseri başvurulan bir yoldur. Sınıfsal çıkarların bir gereği olarak, Mustafa Kemal'i putlaştırdılar. Aslında Paşa'nın putlaştırılmasının nedeni, başarılan şeylerin büyüklüğünden çok, kitlelerden gizlenmesi gerekenin öneminden kaynaklanıyordu. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet yarı-sömürgeleşmenin aşamalarıdır. Oysa resmi ideoloji ve kişi kültü üreticileri tarafından Cumhuriyetin kurulması sömürgeleşmenin sonu olarak gösterilmek istenmiştir. Dünyada sağlığında ve ölümünden sonra Mustafa Kemal kadar anıtı dikilmiş, heykeli, büstü yapılmış, resimleri çoğaltılmış bir başka lider herhalde yoktur. Mustafa Kemal heykel ve anıtlarının yapılmasından pek çok hoşlanıyordu, ilk anıtı 1927'de Sarayburnu'nda dikilmişti. Daha sonra heykel ve anıtları görülmemiş boyutlarda arttı. (131-152)

7. Bölüm:

Kemalist Rejimin Niteliği: Orijinal Bir BonapartizmTakriri Sükûn'dan yararlanarak eski ittihatçıları tasfiye etmeyi başaran Kemalist kadro da eski ittihatçılardan oluşuyordu. Bütün süreç boyunca, Mustafa Kemal, Milli Mücadele'yi yürüten kadrolar içinde kendi ekibini sürekli olarak ön plana çıkararak, tüm Milli Mücadele'nin mirasını kendi grubuna mal etme ve kendisine muhalefet edebilecek unsurları tasfiye etme amacını gütmüştür. (153-184)

8. Bölüm:

Üretici Güçler ve İktisat PolitikasıErmeni tehciri sonucu açığa çıkan topraklar çoğunlukla ağaların eline geçmişti. Yine Rum mübadelesi sırasında bir kısım nüfuzlu büyük toprak sahipleri, bu durumdan yararlanarak topraklarını genişletmişlerdir. Bu durum, toprak ağalarının neden Mustafa Kemal'in inkılâplarını desteklediklerini de açıklar. (185-210)

9. Bölüm:

Bonapartist Rejim ve Sermaye BirikimiMustafa Kemal, milyoner yetiştirme işine kendinden başladı. Böylece soruna verdiği önemi kendi kişisel yaşamıyla göstermiş oluyordu. Nedense Mustafa Kemal'in bu yanı pek bilinmez. İlkokuldan üniversiteye kadar öğrenciler, ilke ve inkılâplarını öğrenmekten onun ne denli yetkin bir iş adamı olduğunu öğrenmeye vakit bulamıyorlar. (211-236)

10. Bölüm:

Sınıfsız, İmtiyazsız, Halkçı Bir DiktatörlükMustafa Kemal siyasal yaşamının hiçbir döneminde halkçılık kavramından halk yararına bir yönetim anlamamıştır. Ona göre halkçılık Osmanlı Sultanı'nın siyasal iktidarına son vermektir. Nitekim XIX. yüzyılın başından beri hiçbir Osmanlı Sultanı Mustafa Kemal kadar sınırsız yetkilere sahip olmamıştı. (237-256)

11. Bölüm:

Yeni Sömürgecilik Döneminde Sosyo-Ekonomik Formasyonun Evrimiİkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar Türkiye'de gerçekleşen tüm düzenlemeler (Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Atatürk İnkılâpları vb.) kitlelerin istek ve iradesi dışında, memleketin sahipleri tarafından gerçekleştirildi. Bütün bu süreç boyunca hiçbir yenilik kitlelerin istek ve baskısı sonucu ortaya çıkmadı. Cumhuriyetin kurulması, Cumhuriyete geçiş de bir hükümet darbesi sonucuydu. Cumhuriyet sonrasında gerçekleştirilen İnkılâplar, reayayı vatandaş mertebesine yükseltmek için yeterli olmayacaktı. (257-286)

12. Bölüm:

Seksenli Yıllar: Uydulaşma Sürecinin DerinleşmesiOrtalama bir insan 12 Eylül'le gelen askeri diktatörlüğün anarşiyi önlemek gibi sınırlı bir amacı olduğunu sanır. Oysa 12 Eylül'le gelen devlet terör rejiminin belli başlı iki amacı vardı. Birincisi, Türkiye'ye yeni bir sermaye birikimi modelini kabul ettirmek, bunun için gerekli düzenlemeyi yapmak; ikincisi de, Türkiye'yi emperyalizmin Ortadoğu'daki çıkarlarının korunması amacıyla alt-emperyalist role hazırlamak. Amaç, yeni koşullara cevap verecek bir Atatürkçülük (resmi ideoloji) oluşturmaktı. (287-316)

13. Bölüm:

Paradigmanın İflası Her tarihsel dönemde sömürgeciliğin, bir aracı olan modern Batı bilimi kendini tarafsız ve evrensel olarak sunmayı başardı. Böylece tarafsızlık ve evrensellik efsanesi, batı bilim ve teknolojisine karşı konulmaz bir güç kazandırdı. Her kim egemen batı ideolojisine karşı çıkarsa, bilim düşmanı ve gerici damgasını yemekten kendini kurtaramazdı. Evrensele, bilimsele ait olmanın koşulu, kendisinden ve kendisine ait olan her şeyden uzaklaşmaktır.

Bu amaçla kendi beslenme kültürünün ürünü olan yemekleri değil, Mc Donald's hamburgeri yemeli; Cocacola içmeli, onun ürettiği televizyon dizilerini seyretmeli. Kendi ülkesindeki büyük yıkımlara ve facialara fazla önem vermemeli, ama ABD'de bir çocuğun kuyuya düşüşü ve kuyudan çıkarılışıyla Halep’çe katliamından daha fazla ilgilenmeli; sonuç olarak, ne kadar kendine yabancılaşır, kimlik erozyonuna uğrar ve soysuzlaşırsa o denli çağdaş olur ve evrenselin bir parçası durumuna gelebilir! Elbette rasyonellik iddiası her zaman tartışmaya açıktır. Sahip olduğu parayla video ve müzik seti satın alan, ama ağzındaki çürük dişleri yaptırmayı düşünmeyen bir adamın rasyonel davrandığını söylemek olası mıdır? (317-340)

http://www.imajoloji.net/index.php?option=com_content&view=article&id=227:paradigmann-flasna-dair-mustafa-akman&catid=3:haber&directory=7